Başına gelen zorluklara ve imtihanlara teslim, kadere râzı olan, elinden gelen gayreti gösterip Rabbine tevekkül edebilen bir kul; endişeden ve korkudan uzak olur. Bu öyle güzel bir hâldir ki, insanın gönlü her dâim ferahtır, geniştir. Zira dünyayı bize dar eden veya ferah kılan şey, başımıza gelenlerden çok, yaşadığımız hâdiseleri nasıl yorumladığımızdır. Gönlü Cennet bahçesi olanın, ne yaşarsa yaşasın dünyası da Cennet bahçesidir.
Fakat elbette ki bu kıvama erişmek, öyle bir anda olmayabilir. İnsanız, âciziz... Bazı korku ve endişelerimizin olması tabiîdir. Fakat bunların dengesi önemlidir. Denge kaçtığı an, insanı değişik hastalıklara kadar götürebilir. Dengeyi ise, Allâh’a sığınmaya çalışmak ve mâneviyâtımızı güçlendirmek sûretiyle sağlayabiliriz.
İnsanın genel hayatında bu böylesine mühimken, annelik, ebeveynlik gibi mübarek bir işte ehemmiyeti iki katına çıkmaktadır. Zira annenin duyguları, olduğu gibi çocuklara aktarılacaktır. Yaşanan hâdiselerin çoğu, çocuk için herhangi bir mânâ ifade etmez. Kıymet ve mânâ verdiği yer ise, anne-babasının gözleridir. Anne-babası hâdiselere nasıl tepki veriyorsa, o da benzer tepkiler verecektir. Annesi endişelenmiş veya korkmuş bir çocuk, elbette ki korkacaktır. Annenin gönlü ferahsa, o da ferah olacaktır.
Her ne kadar o anlarda çocukları gözlemleme ve fark etme imkân ve ihtimalimiz çok düşük olsa da çocuğun, annenin her türden duygularının tesirinde kalmaması mümkün değildir. Hele de küçük yaşlarda... Pedagog Âdem Güneş, “Kaygı bulaşıcıdır... Kaygılı ebeveyn, çocuğuna kaygı aşılar.” diyerek aslında durumu özetlemiştir.
Dolayısıyla tevekkül ve teslîmiyet ehli bir anne, aslında yavrusunun duyguları ve hayata bakışı konusunda da güçlü ve sağlam temeller atmasına vesîle olur. Hattâ belki de böyle bir anne, çocuğunu anksiyeteden korumuş olur. Özetle kadere rızâ gösteren, îmânı güçlü, evindeki mânevî atmosferi dinamik tutmaya çalışan, helâl lokma, zikir, namaz, Kur’ân ile “şeytanın kaçtığı, meleklerin misafir olduğu” evde çocukların hem gönülleri hem duyguları hiç kuşkusuz ki daha dengeli, daha güçlü olacaktır. Sekînet ehli bir annenin eşine ve yavrularına vereceği şifâ, herhangi bir ölçüye sığamayacak kadar büyük ve geniştir. Ve bir kadının eşine ve âilesine gösterdiği ihtimam kadar ecir toplayabileceği başka bir saha yoktur.
Biliriz ki, kadere îman, îman esaslarındandır. Hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna îman etmenin bir neticesi olarak, “Olanda hayır vardır!” diye düşünmek, gönülleri ferahlatır.
“Yeryüzünde vukû bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Şüphesiz bu Allâh’a göre kolaydır. Kaybettiklerinize aşırı üzülmeyiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye böyle yapmıştır.” (el-Hadîd, 22-23)
“De ki; bize ancak Allâh’ın bizim için yazdığı isabet eder. O, bizim Mevlâmızdır. Mü’minler ancak O’na güvenip dayansınlar.” (et-Tevbe, 51)
İnsanı mânevî bakımdan güçlü kılan, kendi elinde bulundurduğu gücü değil, Rabbine dayanıp güvendiği ölçüde O sonsuz ve sınırsız gücü yanı başında hissetmesindendir. Peygamber Efendimiz’in yatmadan önce okunmasını tavsiye ettiği duâyı öğreten şu hadîs-i şerîf, hayata karşı duygularımızı nasıl yöneteceğimizin ipuçlarını barındırır:
“Allâh’ım! Sana teslim oldum. İşimi Sana havâle ettim. Ümit ve korku içinde sırtımı Sana dayadım. Sen’den başka hiçbir sığınak ve korunak yoktur.” (Buhârî, Vudû, 75)
Ayrıca korku ve endişe içinde olsak da bu duygularımızın labirentinde kapalı kalıp dolanmak yerine, o duyguları Allâh’a sunabilmektir, mârifet… Yoksa şeytan, duygu, endişe ve korku fitnesiyle bizi isyana kadar sürükleyebilir ve bir kudsî hadîste belirtilen şu îkaza mâruz kalabiliriz:
“Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve belâya sabretmeyen, Benden başka Rab arasın!..” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 207)
İnsan, başına gelen hadiselerde neyin iyi, neyin kötü olduğunu tam mânâsıyla bilemez. Olup biteni etraflıca görmekten âcizdir. İlmi de, ufku da sınırlıdır.
“…Hoşlanmadığınız şey, sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (el-Bakara, 216) âyet-i kerîmesinde vurgulandığı gibi…
Olması gereken yer, ne de güzel bir yer… Korku ve endişelerin durulduğu, eminlik hâlinin yaklaştığı, sekînet ve gönül genişliği olan Cennet bahçesi gibi bir yer… Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Kadere rızâ, saâdet alâmetidir.” buyrulmuştur. (Bkz. Tirmizî, Kader, 15)
Bu yolda bir adım atabilmek dahî hayatımıza ve yavrularımıza olumlu olarak yansıyacaktır. En güzeli seyrettikten sonra, hâlimize bakıp ümitsizliğe düşmek de sonsuz ve sınırsız kudret sahibi Rabbimiz varken mü’mine yakışmaz. Yeter ki gayretimiz, azalıp çoğalsa da dâim olsun. Menzilimiz şaşmasın.
Yol uzun, yol çetin. Aşmamız gereken çok engel var. Olması gerekene bakıp, varmamız gereken menzile bakıp hâlimizden ötürü ümitsizliğe düşmek yerine, aşabilmek, olgunlaşabilmek için çareler üretmek zorundayız. Yol belli, nizam belli… Allâh’ın sistemi/sünneti belli. Fakat biz o reçetelere uymaya çalışırken kandırılıyoruz. Reçeteye uyanın selâmete kavuşacağı âşikâr. Fakat reçeteye uymamızdaki engeller neler? Bu mânâda kendimizi tefekkür etmedikçe, yardım dilemedikçe, hidâyet istemedikçe, kısacası gönlümüzün meyli âhiret odaklı, mânâ odaklı olmadıkça, türlü bahanelerle avunup olduğumuz yerde saymaya devam edeceğiz.
İnsanoğlu bir anda “kadere rızâ” makamına ulaşabilir mi? Her mevzuda teslîmiyet gösteren birine dönüşebilir mi? Bu, bir olgunlaşma dönemidir. Ama mü’min için en temelinde şu vardır:
“-Evet üzüldüm, evet endişe ediyorum, evet daralıyorum, evet çok zor durumdayım. Ama bunları da yaratan Allah... Kim ne yaparsa yapsın, O’nun hükmünden başka bir şey olmayacak! Allah merhamet sahibidir, Allah âdildir.”
İsyan etmek yerine, bu mânâdaki bilgi ve his eksiklerimizi tamamlamak zorundayız.
“Kalbinde Allâh’ın rızâsına ulaşma isteği olan kişi, yolun yarısını tamamlamış demektir.” buyuruyor İmâm-ı Rabbânî…
Demek ki önce kalbimizin isteklerine dikkat edeceğiz. Sürekli mâneviyat âleminde tazelenmeye gayret edeceğiz.
Bu yolculukta dilimizden ve zihnimizden düşürmeyeceğimiz, âdeta sığınacak bir liman vasfındaki şu âyetleri de yoldaşımız, en büyük desteğimiz olarak gönlümüzün heybesinde dâim tutacağız:
“…Şâhit olarak Allah yeter.” (el-Fetih, 28)
“…Yardımcı olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 45)
“…Hesap sorucu olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 39)
“…Hakkıyla bilen olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 70)
“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma. Allâh’a güvenip dayan! Vekîl ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 48)
“…Dost olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 45)
Tekâmül yolculuğuna çıkmış bir anne, farkında olsun ya da olmasın, bu yolculuğa, yanında yavrularını da götürür. Bu yoldaki feyizleri, olgunlaşmaları, duygularında, hayata bakışındaki her çözülmüş mesele, sardığı her yara, iyileştirdiği her şey ve en önemlisi Allâh’ın rahmetiyle her kuşanması; çocuklarına ve âilesine şifâ olarak geri dönecektir. Nefsini olgunlaştıran ve bu zorlu yolculuğa çıkan her anne, ümmet-i Muhammed için umuttur.
Bilgi, insana farkında olma şuuru verir. Ama olmak, olgunlaşmak, sadece bilgi ile olmaz.
Teslîmiyet ve tevekkülü hayat tarzına dönüştüren, gönlünü Rabbinden akan bir ırmak hâline getiren ve bu ırmakla susuzlara şifâ olan bütün annelere selâm olsun. Rabbim, bizi de böylesine güzel, ayağının altına Cennet serilen annelerden eylesin. Âmîn.
YORUMLAR