İnsanın eğitimini de içine alan insan ilişkileri, ahlâk ve karakter üzerine inşa edilir. Her ne yapacaksak; ister eğitim, ister evlilik, isterse herhangi bir iş ile meşguliyet olsun, bunları yürütürken elimizde tek bir malzeme mevcuttur; bu da kendi karakterimiz ve ahlâkımız...
Kişinin başkalarını değiştirme gücü, sıfıra yakındır. Söz konusu olan çocuğumuzun eğitimi ve inşâ edilmesi ise, elimiz, biraz daha güçlenir. Burada da belki bize güçlük çıkaracak olan, çocuğumuzun mizâcı, yani doğuştan gelen kişilik özelikleri ve onu eğitecek olan ebeveynin karakter ve ahlâk özellikleridir.
Başta kabul etmemiz gereken bir şey varsa; o da kimseyi değiştiremeyeceğimiz, iknâ ve cedelin, bizde karakter yoksa, hiçbir faydasının olmayacağıdır. Bu yüzden kimsenin bilmediğini bilen, büyük buluş yapan dehâlara hayran oluruz, ama karakterli insanları takip ederiz. Allah Teâlâ bizim insanları değiştirmemizi emretmez; bizi ancak iyiliği emredip kötülüğü nehyetmekle vazifelendirir. “Değiştirme” dediğimiz hidâyet, sadece Cenâb-ı Allâh’ın elindedir.
Hidâyete eriştirme, Peygamber Efendimiz’e dahî verilmemiştir. Biz, kimsenin vekîli de değiliz. Ahlâk ve karakterimiz, başkaları üzerinde olumlu tesir bıraktıkça, o tesir, Allâh’ın dilemesi ile kişilerde değişim ve dönüşümün (hidâyetin) ortaya çıkmasına vesîle olacaktır.
Peygamber Efendimiz’in tebliğinde en göze çarpan taraf, O’nun karakteridir. Mekke toplumu tarafından bilinen, mükemmel bir karaktere sahip olduğu için sevilmiş ve “emîn” bir kişi olarak kabul edilmiştir.
Karakterlerimiz, bizleri başkalarından ayıran, davranış biçimimizi belirleyen özelliğimizdir. Buna “huyumuz” da diyebiliriz. Mizâcımız doğuştandır, değişmez! Meselâ doğuştan öfkeli olabiliriz, Hazret-i Ömer gibi… Doğuştan çok hayâlı olabiliriz, Hazret-i Osman gibi…
Karakterimiz ise, daha çok ilk çocukluk yıllarında yaşantılarımızla şekillenir. Anne ve babaların en büyük vazifesi, ilk iki yılda çocuklarına verdikleri eğitimle, çocuklarının doğuştan getirdiği en iyi tarafı ortaya çıkarmak, kişiliğinin her yönünün gelişmesini sağlamak olacaktır.
Sevgi görmeyen, temel ihtiyaçları karşılanmayan çocuk; özgüveni eksik ve zorba; nefsinin her istediği yapılan sınır konulmayan çocuk, şımarık ve küstah; el üstünde tutularak büyütülen çocuk, kibirli; devamlı eleştirilen çocuk, ezik ve kinci; şiddet görerek büyütülen çocuk, dayak yememek için yalan söyleyen, sadece menfaatini düşünen, zoru görünce kaçan karakterlere sahip olabilecektir.
Küfürle, zorbalıkla büyütülen çocuk, kabadayı; hiçbir zorluk görmeden büyütülen ve her işi başkaları tarafından yapılan çocuk, beceriksiz, âciz ve bencil, çevresindeki insanları hizmetçisi gören; dâimâ başkaları ile mukayese edilerek yetiştirilen çocuklar ise kindar ve rakibini yok etme sâiki (güdüsü) ile hareket eden bir karakter sergileyebilecektir.
Bugün kişisel gelişimciler, iletişim ve eğitimde çok kıymetli bir buluş olarak Garry Chapman’ın mutluluk yolunu arayanlara “5 Sevgi Dili”ni takdim ederler. Herkesin kendi yapısına uygun bir sevgi dili vardır ve kişinin sevgi dilini bulup ona uygun davranan, mutluluğun yolunu bulmuş demektir.
Bunlar: “Onay Sözleri”… Bazı insanlar sözlü iltifatlardan, takdir sözlerinden sevildiklerini anlarlar. “Bu kıyafetle çok şık görünüyorsun!” gibi…
“Nitelikli Beraberlik”… Bütün dikkatimizi sevdiğimiz kişiye vererek, rûhen yakınlık ve birliktelik kurmaktır. Birlikte sohbet etmek, beraberce yürümek gibi… Maksat, sevdiğimiz ile birlikte bir şey yapmak ve “Bana değer veriyor!” imajı vermektir.
“Armağan”… Hediyeler, sevginin gözle görülen sembolleridir. Kişiye kıymetli olduğunu hissettirir. Kalıcı olduğu için unutulmaz olup hep hatırlanarak alâkayı taze tutacaktır.
Zannımca, annelerimiz ve eşlerimiz için olmazsa olmaz sevgi dili, “Hizmet Davranışları”dır. Yapmamızdan hoşlandıkları şeyleri yapmak; yemek pişirmek, ütü yapmak gibi… Kişi sevildiğini kendisine hizmet edildiği zaman anlar. Burada önemli nokta şu ki; ricâlar, sevgiye yön verir. Ama talepler, sevginin akışını durdurur.
“-Şunu yap, şurayı temizle!” değil, “Rica etsem yapar mısın?” gibi…
Çocuklar için en kıymetli sevgi dili ise, “Fizikî Temas”tır. Kucaklanan, okşanan, öpülen çocuklar, fizikî temastan mahrum bırakılmış çocuklara nazaran daha sağlıklı bir duygusal hayat geliştirirler. Fizikî temas, evlilikte de sevgiyi iletmek için güçlü bir araçtır.
Dedik ki, insan ilişkilerinde elimizdeki tek malzeme, kendi ahlâkımız ve karakterimizdir. Bencil bir karaktere sahip olan bir koca, eşinin sevgi dilinin hediye almak olduğunu bilse ve ona habire hediye alsa, hiçbir mânâ ifade etmez. Kocasından şiddet gören bir kadının sevgi dili, onay sözleri olsa, adam karısına devamlı:
“-Çok beceriklisin, harikasın!” diye iltifat etse, ama her öfkelendiğinde şiddet uygulayıp:
“-Beni sen tahrik ederek kendini dövdürüyorsun!” dese; söylediği onay sözleri, kadına hakaret gibi gelir.
Ortada ahlâkî, faziletli bir davranış yoksa, yapılan iltifat mânâsız olur. İstediğimiz kadar iletişim tekniklerini, vücut dilini kullanmayı, sevgi dillerini öğrenelim; olumlu bir karakterimiz, güzel ahlâkımız yok ise, samimiyet ve iyi niyet yok ise, hiçbir işe yaramaz; karşımızdaki kişide tesir bırakmaz, aslâ inandırıcı gelmez.
Eşimiz bizim sevgi dilimizi biliyor, ama iş yerinde çalışanları tâciz ediyorsa, yere batsın onun bildiği sevgi dili… Karakterimiz bozuksa, taktikler, manevralarla ilişkiler yürümez. Bu konu çok önemli olduğu için Peygamber Efendimiz:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/381)
Güçlü bir karaktere sahip olmak, baskılara, yoğun isteklere, zorluklara ve başkalarının ısrarcı beklentilerine karşı direnme gücüne sahip olmayı gerektirir.
Ebû Mahzûre isimli sahâbî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in karakterinin tesirinde kalarak nasıl müslüman olduğunu şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü, Huneyn savaşından dönüyordu. Ben de hepsi Mekkeli olan on kişilik bir grup gençle beraberdim. Gönlüm gerçek mânâda İslâm’a ısınmamıştı. Bu esnada Rasûlullâh’ın müezzini ezan okumaya başladı. Biz de bir köşeye saklanıp müezzinin sesiyle alay ederek tekrarlamaya başladık. Yaptıklarımızı Rasûlullah da duymuştu. Ezan bittikten sonra:
«-Şunların içinde güzel sesli biri var.» diye gönderdiği adamlar, bizi alıp O’nun huzuruna götürdüler. Yanına vardığımızda:
«-Güzel sesli hanginiz?» diye sordu.
Arkadaşlarım beni gösterdiler. Rasûlullah beni yanına çağırdı ve ezan okumamı istedi. Bu esnada Rasûlullah’tan hiç hoşlanmadığım hâlde, çaresizlik içerisinde, önünde ezan okudum. Ezanı bitirdiğim zaman bana bir miktar para verdi. Daha sonra da alnımı öpüp sırtımı sıvazladı. Bunun üzerine ben de:
«-Ey Allâh’ın elçisi, Mekke’de ezan okumama izin verir misin?» dedim.
O da izin verdiğini söyledi. İşte o anda bende Rasûlullâh’a karşı duyduğum hoşnutsuzluktan eser kalmadı, gönlüm O’na karşı sevgi ile doldu. Mekke’ye geldim ve O’nun emriyle müezzinlik yapmaya başladım.” (Ahmed bin Hanbel, III, 409; İbn-i Mâce, Ezân, 2)
Ebû Mahzûre, yaptığı bu davranışı karşısında azarlanmayı, kınanmayı, hattâ cezalandırılmayı beklerken böyle bir iltifatla karşılaşması, onun Allah Rasûlü’ne ve İslâm’a bakışında önemli derecede değişiklikler meydana getirmiştir.
Küçük bir çocukken Ensâr’dan birinin hurma ağaçlarını taşlayan Râfi bin Amr’ı bahçe sahibi yakaladı ve Rasûlullâh’ın huzuruna getirdi. Hâdiseyi Rasûlullâh’a anlatılınca O, yumuşak bir edâ ile:
“-Yavrum, bu zâtın hurma ağaçlarını niçin taşladın?” diye sordu.
Râfi bin Amr mahcûbiyet duygusu içerisinde:
“-Yâ Rasûlâllah! Aç idim, karnımı doyurmak için taşladım.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm ederek başını okşadı ve:
“-Yavrum! Bir daha ağaçları taşlama! Altına düşenleri al, ye. Allah seni doyurur.” dedi. Sonra da:
“Allâh’ım! Bu yavrunun karnını doyur” diye duâ etti. (İbn-i Mâce, Ticâret, 67)
* * *
“-İnsanın iki aklı vardır.” dedi büyükannem… “Beden aklı ve ruh aklı. Beden aklı, menfaatçidir, açgözlüdür, hırslıdır. İnsanları kandırıp, nasıl onlardan çıkar sağlayacağını düşünür. Bunu yaparken ruh aklı küçülmeye başlar. Beden aklı, her şeyi ele geçirdiği zaman ruh aklı tamamen kaybolur. Böyle bir durumda rûhunu tamamıyla kaybedersin. Böylece sen yaşasan bile ölü insan olursun. Beden öldüğü zaman beden aklı da onunla birlikte ölür. Ama ruh aklı ölmez. Ruh aklının büyüyüp güçlenmesi için tek yol, onu, anlamak ve sevmek için kullanmaktır. Ne kadar çok anlamaya çalışırsan, ruh aklın o kadar çok büyür.
Anlayış ve sevgi aynı şeydir. Beden aklın ile aç gözlülükten kurtulana kadar ruh aklına kapıyı açamazsın. İnsanlar anlamadıkları şeyi sevemezler. Kişinin anlayışı derinleştikçe çevresindeki varlıkların insanlardaki gibi olmasa da bir rûhu olduğunu öğrenir. Hangi varlık bencil değilse, onun rûhunu daha iyi hissedersin. Bencil olmayanın rûhu güçlüdür. Bu, isterse meşe ağacı olsun. Sumak, hurma, ceviz ve kestane ağaçları; topraklarının vahşi şeyleri beslemesine izin verirler. Bencil olmamak, onlara çok fazla ruh vermiştir.”
“Küçük Ağacın Hikâyesi” isimli eserde, anne ve babasını kaybeden Kızılderili Küçük Ağaç, yanlarında büyüdüğü Çeroki Kabilesi’nden büyükannesinin hikmet dolu sözlerini böyle aktarır.
* * *
En büyük üniversiteleri bitiren gençler, iş mülâkatında teknik, meslekî bilgi konularında çok başarılı olmuşlar; iş, karakteri ilgilendiren konulara gelince başarılı olamamışlardır. Başarılı olmak, zirvede kalmak adına, yalan söylemeyi, rakibini silip ezmeyi; kendi menfaatleri için çevreyi bozmayı, canlılara zarar vermeyi, otoriteye saygısızlığı, hırsızlığı, zorbalığı, bağnazlığı, kötü dil kullanmayı, cinsî tâcizi yaparak, büyük bir karaktersizlik ortaya koymuşlardır.
Büyükannenin sözlerine dikkat edince, bunun böyle olması normal gözükmekte; nefis aklı büyük olanın, ruh aklı olmayacağı anlaşılmaktadır. Bu da onların kaderine tesir etmektedir.
Bu tip adamları, Hazret-i Mevlânâ, “Fîhi Mâ Fîh” adlı eserinde şöyle anlatır:
“Adamın biri, zerdali ağacının meyvesini silkip yiyordu. Bağ sahibi ona:
«-Allah’tan korkmuyor musun da başkasının malını yiyorsun?» diye sorunca adam:
«-Neden korkayım? Ağaç Allâh’ın, ben de Allâh’ın kuluyum! Allâh’ın kulu, Allâh’ın malını yiyor.» dedi.
Bağ sahibi:
«-Dur da cevâbını vereyim!» diyerek ip getirdi ve adamı güzelce ağaca bağladı. Eline aldığı sopa ile adamı bir güzel dövmeye başladı. Adam:
«-Allah’tan korkmuyor musun?» diye feryat ediyordu. Adam dövmeye devam edip:
«-Niçin korkayım; Allâh’ın kuluna, Allâh’ın sopası ile vuruyorum.» diye karşılık verdi.”
* * *
Hangi konuyu işlersek işleyelim, geldiğimiz son nokta, nefis terbiyesinin önemi oluyor. Bencillik ve hırsı bir tarafa bırakıp nefsimizi tezkiye ve terbiye edince yaratılan bütün varlıkları anlayan, anladıkça da seven bir insan oluruz. Batı, bugün sömürgeci zihniyetine sahip olduğu için; ruh aklını ve nefis terbiyesini “yok” farz eder. Elinde kuvvetli bir delili olmadığı için de insan ilişkilerindeki bu açığı kapatmak için bir sürü teori üretir. Bizler de kadîm nefsi tezkiye metodunu bilmez ya da küçümser ve Batının insanlar arası münasebetler hususundaki uzmanlığını(!), bulunmaz nîmet zannederiz. “İlim bir nokta idi, insanlar onu büyüttü!” buyuran Hazret-i Ali’yi, burada çok iyi anlarım.
Ruh aklını büyütmek ya da nefis terbiyesinin insan ilişkileri üzerindeki tesirini anlamak için şu misale dikkat etmek önem arz eder. Çevremizdeki insanlardan bize kötü tesir edecek bir söz işittik, farz edelim. Bizim, “işe yaramaz, beceriksiz birisi olduğumuzu” söylediler, biz de duyduk.
Duyduğumuz her kelime, bizi düşüncelere sevk eder. Bu esnadaki düşünce biçimimiz üzerinde, nefsimiz çok aktiftir. Beden aklı, yani nefsimizin aklıdır devrede olan... Eğer biz, nefsimizi terbiye etmemiş isek, başlarız şu şekilse düşünmeye:
“-Bu insanlar benden nefret ediyor, beni her zaman hor görüyor, bir türlü beğenmiyorlar! Beni insanların gözünde küçük düşürmeye çalışıyorlar, bana böyle davranmaya hakları yok!..”
İnsanı huzursuz eden onlarca olumsuz düşünce, zihnimizde döner dolaşır. Anlaşılmadığımızı ve sevilmediğimizi hissetmek, duygu dünyamızı altüst eder. Kelimelerin bizde meydana getirdiği düşünceler, duygularımızı oluşturur. Nefsini terbiye edememiş kişilere nefis, kendisine yapılan bu hakareti hazmedemeyip kötülüğü emreder.
Kızdırılınca kızan, engellenince sinirlenen insanlar; nefsinin güdümünde olan, en doğru tepkiyi seçme ve gösterme iradesi bulunmayan, anlık reflekslerle davranan insanlardır. Böylece öfke, hayal kırıklığı, nefret, kin gibi duygularımızı harekete geçirir, duygularımıza uygun davranışı sergileriz. Ya küser, ya kavga eder, ya içimize kapanıp kederleniriz.
Ruh aklı gelişmiş olan, nefsini terbiye eden insanlar ise ya:
“-Bu dediğin ne ki?! Bende senin bilmediğin daha kötü özellikler var! Allah’tan sen sadece bunu görebilmişsin…” der, ya da “Ben sadece bir aynayım, herkes bende kendini görür!” deyip zerrece hüzünlenmez.
Düşünceleri olumlu ve yapıcıdır. Bu düşüncelerden ortaya çıkan duygu olumlu olup, ortaya çıkan davranış; boş vermek, affetmek, “selâm” deyip geçmek olur. Bu şekilde tekrarlanan davranışlarımız, bir müddet sonra alışkanlığa dönüşecektir; alışkanlıklarımız da kaderimizi şekillendirecektir.
Hep kötüyü gören, kötüyü çağıran, kötülüklerle boğuşup duracak; huzursuz, mutsuz, intikam dolu olacaktır. Anlaşılması gereken odur ki; iletişim becerileri olsun, eğitim metotları olsun, kişi en büyük yatırımı kendisine yapıp, düşünce biçimini olumluya çevirip düzeltecek mekanizmaları öğrenmeli, onunla amel edip kendisini değiştirmelidir.
İşte burada sihirli değnek devreye girip, karakterini fazîletler ve ahlâklı olmak için eğiten, yöneten, hâdiseler karşısında vereceği en olumlu tepkiyi düşünerek veren insanlar; peşinden kitleleri sürükleyen karakterler hâlini alırlar.
Âyet-i kerimede buyruluyor: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)
Kötülüğü en güzel şekilde savan karakter sahibi, fazîletli, ahlâklı kimse olup vereceği tepkiyi anlık refleksler olarak değil, düşünerek seçen insan-ı kâmillerdir. Bunun en güzel misâli de Peygamber Efendimiz’dir. Gazzâlî’ye göre olumsuz huyların tedavisi, Allah Rasûlü’nün taklit edilmesiyle olur. Bu da “rol model” olarak Peygamber Efendimiz’i sıklıkla okuması, anlaması, O’nun “Sünnet”i dediğimiz, söz ve davranışlarını tatbik etmesi ile mümkün olacaktır.
Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, karakter sahibi insan, gönül dilencisidir:
“Biz gönül dilencisiyiz, cebimiz delildir. Her kapıya gitmez, gönül ehlini biliriz. Kelâm bilmeyiz, gönül ile isteriz. Gönülden isteriz. Sultan kapısında ne istenir ki? Bilmeyiz. Bilmek de istemeyiz. Vardık kapısına, serdik gönlü, bekleriz…”
Fatma Hâle SAĞIM
YORUMLAR