“Allah’ım, bizi dînin üzerine sabit kıl. Bizi, nimetlerini bahşettiğin nebiler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerle haşret. Bunlar, ne güzel arkadaştırlar, dostturlar…”
Allâhu Azimüşşân, var edilmek ihtiyacından berî olarak ezelde yalnız kendisi varken, insanların ve cinlerin seviyesinde bilinmeyi ve ibâdetlerle tekrîm olunmayı murad eylediğinden önce “nûr-i Muhammedî” denilen bir aslî cevher yarattı. Sonra onu, âdeta kıymetli bir mücevherin etrafındaki ambalaj maddeleri gibi “nûr-i Muhammedî”yi merkezine oturttuğu âlemi yarattı ki, buna «mâsivâullâh» diyoruz. Mâsivâullah içinde en şerefli bir varlık olmak üzere Hazret-i Âdem’i yarattı. Hazret-i Âdem üzerindeki murad-ı ilâhî iktizâsı olarak, O’nun bir nesil bereketiyle dünyayı şenlendirmesi maksadıyla O’nun kaburga kemiğinden kendisine mûtenâ bir eş olmak üzere Havva anamızı yarattı. Bunların ikisi arasında kıyâmete kadar devam edecek bir “meclûbiyet” halkederek nesillerin devamını o şarta bağladı.
İbn-i Arabî’ye göre, Hazret-i Âdem’in Hazret-i Havva’ya muhabbeti, bir şeyin kendi parçasına muhabbeti gibidir. Havva’nın Hazret-i Âdem’e muhabbeti ise, bir şeyin vatan-ı aslîsine muhabbeti gibidir. Bu keyfiyet, insan fıtratına rekzedildi.
Allahu Azimüşşân, murâd-ı ilâhiyyesini esbâb ile setreylemek âdeti sebebiyle onu bir zelleye sürükledi. Zâhirde bu zelle sebebiyle Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’yı cennetten dünyaya tard etti. Hazret-i Âdem Seylân Adası’na, Havva anamızsa Cidde’ye gönderildi.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Havva anamız, cennette memnû meyveden tatmış olmalarının cezasını takrîben kırk yıl çektiler. Bu esnâda ağlayıp sızlayarak Cenâb-ı Hak’tan af talep ettiler. Nihayet Hazret-i Âdem’in hatırına cennette yaşadığı bir vak’a geldi. Melekler, ona cenneti gezdirirken boşlukta mahyâ gibi nûrânî bir yazı görmüş ve rehberlerine bunun ne olduğunu sormuştu. Melekler, bu nûrânî yazının kendisinin sulbünden gelecek en son ve en şerefli peygamberin «kelime-i tevhid»i olduğunu söylemişlerdi. Bu yazıyı ziyadesiyle beğenen Âdem -aleyhisselâm- onu her istediği dakika görebilmeyi arzu edince, melekler, kendisine ellerinin baş parmaklarının tırnaklarına bakmasını söylemişler, o da bunu yapınca bugünkü televizyon ekranı gibi o mübârek yazının tırnaklarında yazılı olduğunu görmüştü. Sonra da:
“-Nûrunla gözlerimi nûrlandır, yâ Muhammed!..” diyerek, başparmaklarının tırnaklarını öperek üç kere gözlerine sürmüştü. Bugün kamet getirilirken “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” denildiğinde aynı hareketi yapanlar ve aynı sözü söyleyenler Hazret-i Âdem’in bu sünnetini icrâ etmektedirler.
Hazret-i Âdem, bu vak’ayı hatırlayınca, meleklerin şânını anlatmakla bitiremedikleri Âhirzaman Nebîsi hürmetine Cenâb-ı Hak’tan afv dilemeyi düşündü ve öyle yaptı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, ona Cebrâil -aleyhisselâm-ı göndererek onun rehberliğinde bir kurban bayramı arefesinde onu Arafat’a getirdi. Bir melek de Havva anamıza rehberlik ederek, onu aynı yere getirdi. O gün Arafat tepesinde buluşup ağlaştılar. Cenâb-ı Hakk’ın af ve mağfiretini talep ettiler. Rahmeti, gadabına gâlip olan Allah Teâlâ, onları affettiği gibi kıyamete kadar nesillerinden her kim, aynı günde ve aynı yerde af talep ederse, onların da taleplerinin kabul buyrulacağını vaad etti. Şimdi hac programında mevcud bulunan “vakfe” de Âdem –aleyhisselâm-’ın bu sünnetinin tekrarından ibarettir. Sonra Cebrail -aleyhisselâm- onları Mekke’ye götürdü ve Cenâb-ı Hakk’ın burada ikametlerini emrettiğini bildirdi. Mekke’nin bir adının da “Ümmü’l-Kurâ”, yani “yerleşim yerlerinin anası” olmasının bir sebebi de budur.
Âdem -aleyhisselâm- cennette iken orada meleklerle Beyt-i Ma’mur’u tavaf etmişti. O tavafın lezzetini hatırladı ve ondan ayrı kaldığı için çok mahzûn oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Beyt-i Ma’mur’u bugünkü Kâbe’nin bulunduğu yere inzal buyurdu.
Allahu azimüşşân, ruhları yarattığı zaman, onlara:
“-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâlini tevcih etmiş ve ruhlar da “Belâ” yani “evet” karşılığını vermişlerdi.
Bu keyfiyet Cenâb-ı Hakk’ın Âdemoğlunu, daha onlar beden elbisesini giymediği bir zamanda hukûkî bir varlık (hukuk sujesi) kabul ettiğini göstermektedir. Bu ise, hakları kullanmaya, mükellefiyetleri îfâya ehliyet sahibi olmak demektir. Bu da, irâde ile mümkündür.
Cenâb-ı Hak, ruhlar âleminde vâkî olan misâkı, cennette «Haceru’l-Esved» denilen bir taşa yazdırmış ve onu âdeta bir sened hâline getirmişti. Onu da Hazret-i Âdem’e göndererek Beyt-i Ma’mur’un bir köşesine yerleştirmesini emretti.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’yı cennette meleklerin şehâdetiyle birbirlerine nikâhlamıştı. Onlar yerleştikleri Mekke şehrinde çoğalmaya başladılar. Havva anamız, bir batında birçok çocuk doğuruyordu. Bunlar, başka bir batında doğmuş olanlarla evlenerek çoğalmaya başladılar.
Nuh Tufanı vâkî olmadan Cenâb-ı Hak, Beyt-i Mâ’mur’u cennetteki eski yerine ref eyledi. Sonra İbrahim -aleyhisselâm-’a Cebrail’i göndererek bugünkü Kâbe’yi, Beyt-i Ma’mur’un aynısı olmak üzere inşa etmesini emreyledi. İbrahim -aleyhisselâm- bu emri yerine getirdikten sonra Cenâb-ı Hak, Beyt-i Ma’mûr’daki Hacer-i Esved’i tekrar yeryüzüne göndererek, onun bugünkü yerine tekraren konulmasını emreyledi. Zamanla Beyt-i Ma’mur’u taklîden ve onun Cennetteki yerinin bir nevî izdüşümünde inşâ edilmiş olan Kâbe, Peygamber Efendimiz’e kadar muhtelif zamanlarda pek çok defa tâmir ve inşâ edildi.
Peygamber Efendimiz, onun yeniden inşası sırasında otuz yaşlarında bir gençti. Bu yeniden inşa sırasında Beyt-i Ma’mur’un şekli aynen muhafaza edilemedi. O’na âid bir kısım “hatem” ismiyle yâd edilmek üzere, hâriçte bırakılarak Kâbe, takrîbî bir küp şeklinde inşâ edilebildi. Tavafın, hatemin dışından yapılması, o kısmın da aslında Beyt-i Ma’mur’a ve dolayısıyla Kâbe’ye dâhil olmasındandır.
Bu yeniden inşâ esnasında Haceru’l-Esved’in hâlen muhafaza edilmekte olan yerine yerleştirilmesi, Arap kabileleri arasında ihtilaf sebebi oldu. Her kabile, bu şerefli işi kendisi yapmak istiyordu. Nihayet, risâlet kendisine gelmeden önce de üstün ahlâkıyla temayüz etmiş ve bu sebeple «Muhammedü’l-Emin» ismiyle anılmakta olan Efendimiz, ihtilaf hâlindeki Arap kabilelerine hakem tayin edildi. O da Haceru’l-Esved’i çarşaf gibi bir örtü üzerine koyarak her kabileden bir insanın, örtünün ucunu tutmasını teklif eyledi. Böyle de yapıldı. Sonunda Haceru’l-Esved’i bizzat, mübârek elleriyle bugünkü yerine yerleştirdi.
Âlemimizi, bir imtihan âlemi olarak murâd etmiş ve nefislerine galebe sağlamak sûretiyle insanların Cennete, yani vatan-ı aslîlerine istihkak ile dönebilmelerini arzu etmiş olan Cenâb-ı Hak, Âdem ve nesline hayra da, şerre de temâyül istidâdı vermiş ve hayrın galebesi için onları techiz ettiği akıl ve iz’anla bırakmamış, bunlara ilâveten bir de vahiy ile onlara ruhlarındaki hakka ve hayra teveccüh meylini gâlip getirmeleri hususunda yardımda bulunmuştur. Bu yardımın hiç kimseyi hâriçte bırakmaması için Âdem -aleyhisselâm- ile başladığı mâlumdur. Lâkin hayra olduğu kadar, şerre de meyil ve istidâdı bulunan insanlar, zamanla Allâh’ın kendilerine göndermiş olduğu iman ve amel esaslarından ayrıldıkça Cenâb-ı Hak, bu nimeti defaatle tecdid buyurmuş ve bu keyfiyeti, Âhirzaman Nebisi’yle kemâle erdirip tamamlamıştır.
Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan tevhid dâvâsının -bir rivâyete göre- yüzyirmi dört bin olan nebiler silsilesi ile, onun devamına medar olan ulemâ ve sulehâya ilâveten kadınlardan da müstesnâ ve mütemâyiz şahsiyetler zuhûr etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, erkekler gibi kadınları da tebliğât-ı ilâhiyyesinde muhatab almış, onları dahî kendi fıtrî hususiyetlerinin icab ve iktidarı nisbetinde mükellef kılmıştır. Dikkat buyurulursa, Kur’ân-ı Kerîm’de “el-müslimûne ve’l-müslimât” ve “el-mü’minûne ve’l-müminât” gibi kadın ve erkek hep bir arada zikredilmiştir.
İnsanlık tarihinde zirve teşkil eden erkekler gibi kadınlar da mübârek bir silsile hâlinde devam edegelmiştir. Ve bu durum, kıyamete kadar da devam edecektir. Meselâ, küfrün en koyu rengiyle her yanı sardığı Firavun’un sarayında, iman nurunu hiç söndürmeyen, zâlim ve kâfir kocasına karşı Hazret-i Mûsâ’yı himâye eden Hazret-i Asiye, tarihe altın harflerle yazılmıştır. Aynı şekilde Mekke’de, ıssız bir çölün kumlarında, kucağında yavrusuyla teslimiyet imtihanını yüz akıyla veren Hazret-i Hacer; anne-babası tarafından Allah yoluna adanan, “ulü’l-azm” bir peygambere tertemiz ve mûcizevî bir şekilde hâmile olan ve nice çetin bâdirelerden geçen Hazret-i Meryem, insanlığın iftihar ettiği şeref ve kulluk âbidelerinden bir kaçıdır.
Daha sonraları Peygamber Efendimiz’in etrafında canıyla, malıyla seferber olan Hazret-i Haticetü’l-Kübrâ, bu mukaddes dinin ilk şehidi Hazret-i Sümeyye, Uhud’da Peygamber Efendimize kendisini siper eden Hazret-i Nesibe, İki cihan güneşi Efendimiz’in kıymetli ve sevgili eşi, ilim sarayının sönmez güneşi Hazret-i Âişe, Peygamberimizin hakkında “Ben’den bir parçadır!..” buyurduğu Hazret-i Fâtıma, diğer kıymetli eşleri ve kızları...
Ardından gelen evliyâların sultanı Rabiatu’l-Adeviyye, nice hayır ve hasenât sahibi, vakıflar inşâ etmiş vâlide sultanlar, hanım sultanlar ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha niceleri…
Yahya Kemal:
“Îman bir şevk olan zamanlar geçti
Peygamberlerle kahramanlar geçti
Dağ silsilesinde bir geçit bulmak için
Dağdan dağa seslenen çobanlar geçti…”
der ya, böyle faziletli hanımların, sâliha kadınların; yeryüzünün her bölgesinde ve zamanın her diliminde var olduklarına inandım. Onlardan bazılarını yakînen tanıdım. Bu, benim için büyük bir zevk, şeref ve ümit oldu. Onların nûrânî şahsiyetlerinin unutulup gitmesine gönlüm râzı olmadı. Unutulmasınlar, ibret alınsınlar, mâneviyatımızın bozulduğu günlerde bizim yolumuzu aydınlatan bir ışık ve ayağımızı kaydırmayacak bir destek olsunlar, diye yazmaya cüret ettim. Zira bir insanı yeterince tanımak, tahlil etmek ve anlatmak çok zordur.
Bu sevgili ve muhterem hanımlar arasında benim açımdan bir fark yoktur. Kimi hakkında az bilgi toplayabildiğim için az yazdım, kimilerini ise biraz daha teferruatlı… Zaten hiçbiri, yaşadıkları müddetçe tanınmaktan ve şöhretten hazzetmezlerdi. Yaptıkları hizmetlerin, Allah tarafından bilinmesi kâfî idi, onlar için!.. Öyle yaşadılar, öyle vefât ettiler.
Kendilerinin affına sığınarak, istifâde edilmesi ümidiyle, âhirete intikal tarihlerine göre onları sizlere tanıtmaya çalışacağım.
“Kişi sevdikleri ile beraberdir.” hakikatinin sırrına nâil olabilmek temennisiyle… Allah’ın rahmet ve mağfireti üzerlerinde olsun. Dereceleri, âlî olsun…
YORUMLAR