Sokakları, mescitleri kirletmemek “takvâ”dır. Gerek sokakta, gerekse mescitte temizliği sağlamak ise “sâlih amel”dir.
Annemize-babamıza “öf” bile dememek “takvâ”; onların gönüllerini yapacak güzel sözler söylemek “sâlih amel”dir.
İnsanların arkasından çekiştirmemek, lâf taşımamak, iftira atmamak “takvâ”dır; insanlara hoş ve dînen uygun olan sözler söylemek “sâlih amel”dir.
“Takvâ” söz konusu olunca büyük bir kavram kargaşası ile karşı karşıya kalıyoruz. Dinde ifrat yaşamayı takvâ zannedenler var. Bütün geceyi ibadetle, bütün günleri oruçla, Kur’ân ve zikirle geçirmeyi, eşleri ile birlikte nefislerini terbiye etmek için beraber olmamayı takvâ zannedenler var. Şu bir gerçek ki; Allah Rasulü’nün sünnetinin ne bir eksiği, ne de bir fazlası takvâ değildir. Sünnetin aynını yaşamak, takvâdır. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Ben hepinizden daha çok Allah -celle celâlühû-’yu tanır ve O’ndan sakınırım; buna rağmen hem geceleri uyur, hem de bir kısmında kalkar ibadet ederim. Evlenir, eşimin haklarını yerine getirir, buna rağmen bazı günler oruç da tutarım. Kim, bu konuda benden farklı davranırsa benden değildir.” buyurmuşlardır. (Bkz: Buhârî, Nikâh, 1) Bu sebeple takvâ, çok ibadet etmek değildir.
Hanım, dışarıda örttüğü başörtüsü ile namaz kılmıyor, “bu başörtüye yabancı göz değdi” deyip, hiçbir yabancı erkeğin görmediği bir başörtüsü ile namaz kılıyor ve bunu da takvâ zannediyor. Sahâbe hanımlarının, Peygamber Efendimizin zevcelerinin, öyle bizim gibi marka marka başörtüleri yoktu; hattâ bazen tek parça kıyafetleri olurdu da eşleri ile birlikte kullanırlardı. Ashâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimizin hanımlarının hayatlarında takvâ diye uygulamadıkları bu davranışı, takvâ olarak görmek, doğru bir bakış açısı değildir.
Namaz kılarken sağ ayağın başparmağını kıbleye doğru çevirmenin takvâ olduğunu zannedenler bile var.
Takvâyı, yalnız Allah’tan korkmak olarak görenler de var. Yanlış olmamakla birlikte eksik olduğunu söyleyebiliriz. Meseleyi “sadece korku duygusu” ile tarif edemeyiz. Çünkü kimlerden korktuğumuzu sorgulayacak olursak, karşımıza çıkan tablo ürkütücüdür. Bir düşünürsek, hırsızlardan korkarız, katillerden korkarız, tecavüzcülerden korkarız, zâlimlerden korkarız, iftiracılardan korkarız. İnsanlar, korktukları kişiden aynı zamanda nefret edebilirler. Korktukları için o kişinin istediklerini yapıp, kendi irâdeleri ile baş başa kaldıklarında ise tam tersini yapabilirler. Kişi, aynı şekilde korktuğunun yok olmasını ister. Fakat sevdiği kişinin isteklerini gönül hoşluğu ile yerine getirir, onu veya onun sevgisini kaybetmekten korkar. İşte takvâ bu “korku”ya çok daha yakındır.
Biz biliriz ki, ne “Esmâ-i Hüsnâ”da ne de Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarında böylesi nefreti barındıran özellikler yoktur. Allah -celle celâlühû- bizâtihî âdildir. Hem isimleri, hem de sıfatları mükemmel olan bir Rab, korku değil, güven verir. Dolayısıyla takvâyı bu mânâda bir “Allah korkusu”na indirmek, yüce Mevlâmız hakkında kabul edilemez bir anlayıştır. Kişi, sevdiğinden korkar, daha doğrusu sevdiğini kaybetmekten, onu incitmekten korkar. Sevdiğimiz kişiye yalan da söyleyemeyiz, onu üzdüğümüz zaman yüzüne de bakamayız. Aslolan takvâ târifi, bu anlayışın içindedir. Allah Teâlâ’nın “Cemâl”ine erememekten endişelenmek, “Rabbim bana, «Kulum!» demezse, hâlim nice olur?!” diye düşünüp bu sebeple korkmak takvâdır. Takvâ bu mânâda “Allâh’ın sevgisini, mağfiretini kaybetmekten korkmak, sakınmaktır.
* * *
İslâmî kaynaklarda “takvâ” kelimesinin, “veka” fiilinden geldiği açıklanır. Veka, “Korundu, kendini zararlı, acı ve eziyet veren şeylerden sakındı” demektir. Takvâ, nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, nefsi günahlardan korumak demektir. Bu da, haramı terk etmekle olur. Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
“Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Bu sebeple şüphelilerden korunan, dînini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelilere düşen harama da düşer. Nasıl, koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa… Haberiniz olsun ki, her melîkin (kralın) bir korusu vardır. Allâh’ın korusu da haramlardır.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îman, 39; Müslim, Müsâkat, 107)
Takvâ için “rûhun bağışıklık sistemidir” diye bir açıklama okumuştum. Son derece doğru bir tespit; çünkü kişinin bağışıklık sistemi çökmüşse, her türlü rahatsızlığa yakalanır, kanserinden, veremine kadar… Ruh bağışıklık sistemini kaybetmişse, günah işlemesi, her türlü fahşânın, çirkinliğin içine düşmesi mümkündür. Takvâ, bu noktada dînî yaşantımızın can simididir. Kişi, tarlasındaki ayrık otlarını, taşları temizlemezse, en iyi tohumu ekse dahî o tohum büyüyemez. Kişi takvâlı olmadığı hâlde bütün ibadetlerini yerine getirse bile çorak toprağa en kıymetli ürünü ekmiş gibi olur. Sâlih ameli, verimli bir tohum olarak düşünürsek, takvâ, o tohum için hazırlanmış dikime hazır harika bir bahçe mesâbesindedir.
Hazret-i Ali Efendimiz bir sözlerinde:
“Amelin çokluğuna önem vermeyiniz, kabulüne önem veriniz. Çünkü bir amel, takvâ ile cem olursa o amel az sayılmaz. Bütün ameller takvâ ile makbul ve mahbup olurlar.” buyurmuşlardır.
Abdullah ibn-i Mes’ud ise:
“Müttakî (takvâ ehli), dünya hayatına kıymet vermeyen bir kişinin kıldığı iki rekât namaz, dünyayı çok seven (takvâ sahibi olmayan) bir kişinin kıyamete kadar yapacağı ibadetlerden Allah -celle celâlühû- katında daha sevgili ve hayırlıdır.” buyurmuştur.
“İçmek” bir yana, “içkinin içine parmağının dahî değmesinden sakınan, korkan, içki satılan yerden alışveriş etmekten sakınan”, “kadın-erkek bir arada eğlenmenin dinen mahzurlarını bilip sakınan” bir takvâ sahibinin kıldığı daha az rekâtlı namaz; içkili, kadın-erkek karışık bir düğüne Allah’tan sakınmayıp giden takvâsız bir insanın kıldığı yüzlerce rekât namazdan daha çok kabûle şâyândır.
* * *
Takvâ sahiplerinin sıfatları bilinirse, takvâ daha güzel anlaşılacaktır. Sıfat, insanın kişiliğini ele veren özellikleridir. Yani “müttakî: takvâ ehli” diye isimlendirdiğimiz, Allah Teâlâ’nın en üstün kul olduğunu bildirdiği kulların özellikleridir bu sıfatlar…
Takvâ sahiplerinin en önemli sıfatları; dili yalandan, dedikodudan, çekiştirmekten, boş lüzumsuz, mânâsız konuşmaktan sakındırmak, arındırmaktır. Dili, Kur’ân tilâveti ve ilim müzâkeresi ile süslemek ise sâlih ameldir. Kur’ân okumak, öğrendikten sonra kolaydır, ama dili dedikodudan uzak tutmak, gıybetten, yalandan uzak tutmak çok zordur. Ciddî bir ahlak eğitimi ile mümkündür. Kişi, her öğrendiğini amele geçiremez. Özellikle takvâ tezâhürü olan amelleri işlemek çok güçtür. Güçlü bir irade ister. Eline, diline, beline sahip olamayan, yani güçlü bir irâde eğitiminden geçmeyen takvâsız bir insanın amelleri, şekilden başka bir kıymet kazanamaz. Bunlar, içi boş ibadetlerdir. Gıybet eden, diline sahip olamayan bir kişinin okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i bile kimse dinlemek istemez. Kaldı ki, onun verdiği nasihat, hiç mesabesindedir.
Takvâ sahibi, aldığı maaşın çokluğundan azlığından ziyâde helâlinden olmasına gayret eder. Şans oyunlarından, Allâh’ın razı olmadığı bir meslekte çalışmaktan sakınır. Rızkın ve lokmanın helâli peşinden koşar. Kazancı sadece fâizden oluşan kişinin ekmeğini, babası bile olsa yemek istemez. Ellerini harama sürmekten korkar. İçi para dolu bir çanta bulsa ya da yolda bir bilezik bulacak olsa, onu hemen yetkililere teslim eder, evine dahî sokmaz.
Gözleri ile harama bakmaktan çok korkar, takvâ sahipleri… Gittikleri ev gezmelerinde bile evin her yerini gözetlemeye çalışmaktan, inceleyip durmaktan, arkadaşlarının takıp takıştırdıklarına, giyindiklerine dikkatlice bakmaktan dahî sakınırlar. Çünkü o bakışlar, gönlünde dünya sevgisi olanların bakışlarıdır.
Ayakları ile Allâh’a isyan edilen yerlere gitmekten de sakınır, takvâ sahipleri... İhtiyaç dışı alışveriş merkezlerinde dolaşmaktan, çarşı-pazarlarda aylak aylak vakit geçirmekten hoşlanmazlar. Takvâ sahipleri, evde giyecek kıyafetleri varken yeni yeni birçok kıyafet almaktan sakınırlar. Kıyafete harcayacakları parayı, hemen ihtiyaç sahiplerine vermeyi tercih ederler.
Takvâ sahibi olduğunu iddia eden bir hanımefendinin camide gerçekleştirilen program boyunca topuklu ayakkabısı ile tabure üstünde oturması, beni dehşete düşürmüştü. Tûr-i Sînâ’ya Hazret-i Mûsâ’yı dâvet eden Cenâb-ı Hak, “Nalinlerini/ayakkabılarını çıkar!” buyurmuşken; Allâh’ın evlerine, ısıtma iyiyken, altlarında halı varken nasıl topuklu ayakkabı ile girilir. Ev toplantılarında koca koca topuklu ayakkabılar ile evin içinde dolaşan dindar hanımlara da çok üzülürüm. “Modadır” diye üslûpsuz olmak câiz midir? Dışarı ayakkabısını hadi bir nebze anlarım da ev ayakkabısını hangi takvâ ile açıklayabiliriz?!
Takvâ sahibi bir insan, “başörtüsünü kuaföre yaptırarak” dolaşamaz. Allah’tan utanır. Tesettürün amacı, dikkat çekmemek, cinselliği ortaya koymamak iken nasıl olur da süslenmiş bir başörtüsü ile salonlarda boy göstersinler?! Takvâ sahibi bir anne-baba, küçücük kızlarına tesettüre uymayan kıyafetler giydirip de düğünlerde, salonlarda oynamalarına aslâ izin vermezler. Bilirler ki, küçük dahî olsa çocuğun bedeni, büyük insanınki gibidir.
Takvâ sahiplerinin sıfatlarından belki de en önemlisi, kalbi her türlü hastalıktan temizlemeye çalışmaktır. Onlar, mü’minlere kin beslemekten sakınır, annelerine, babalarına, kardeşlerine, kimseye küsemezler. Haset etmekten ve düşmanlık beslemekten korkarlar. Ucub (kendini beğenme), kibir, gurur, riyâ (gösteriş), mal sevgisi, makam sevgisinden âdeta akılları çıkar. Dünyayı dünya ehline verir, takvâ sahipleri…
Bütün bunları düşündüğümüz zaman takvâ, ciddî mânâda irâde işidir. O sebepten olsa gerek ki, müslümanın en üstün sıfatıdır. Hucurât Sûresi’nde:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Biz, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (el-Hucurât, 13) buyrulmakla takvânın ne üstün bir meziyet olduğu bildirilmektedir.
Takvâ, bir adım atmadan önce bin düşünmektir. Kendini, yanlışlardan geri çekmektir. Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh-, Übey bin Kâb’a:
“-Takvâ nedir?” diye sorduğunda Übey:
“-Sen hiç dikenli bir yolda yürümedin mi?” diye soru ile karşılık verdi. Hazret-i Ömer:
“-Yürüdüm!” deyince,
“-O zaman ne yaptın?” diye tekrar sordu.
“-Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gayretimi sarf ettim.” cevabını alınca:
“-İşte takvâ budur!..” dedi.
* * *
“Allah’tan gücünüz yettiğince ittikâ edin (O’na isyandan sakının!)” diye buyrulur, Teğâbün Sûresi, 16. âyet-i kerîmede...
“Ey îman edenler! Allah’tan, O’na karşı takvâ’nın gerektirdiği şekilde ittikâ edin ve ancak müslümanlar olarak can verin. Toptan Allâh’ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin.” buyrulur Âl-i İmrân Sûresi, 102-103. âyet-i kerîmelerde…
Bu âyet-i kerîmeden şu gerçek de ortaya çıkıyor ki, takvâ sahibi olmak, müslüman olarak can verebilmenin sebeplerinden biridir.
Takvâ sahiplerine Cenâb-ı Hakk’ın vaat ve müjdeleri bulunmaz kıymettedir:
“Ey îman edenler, Allah’tan ittikâ ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)
“Ey îman edenler, Allah’tan ittikâ edin (korkup sakının) ve doğru söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah amellerinizi ıslah eder, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (el-Ahzâb, 70-71)
Ebû Zer -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“-Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi.”
Ashab-ı kirâm:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?” diye sordular. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:
“Kim Allah’tan ittikâ ederse (sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allâh’a güvenirse, O, ona yeter.” (et-Talâk, 2-3) âyet-i kerimelerini okudular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 24)
YORUMLAR