“Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde birlikte olacağımıza söz veriyorum” cümlesi, toplumumuzun dünyasına yabancı filmler ile girmişti. Çocukluğumuzdan beri bu sözler öyle öyle altına yerleşmiş ki Türk filmlerindeki nikâhlarda, “Bu gelini eşin olarak kabul ediyor musun?” sorusu, bizim için sığ sözcükler olarak algılanır olmuştu.
Yazın Azerbaycan gezisinde Zagatala şehrinde, Yaşar muallim ve âilesinin evini ziyaretimde, çocukluğumdan beri yabancı filmler de sürekli duyduğum, “hastalıkta ve sağlıkta birliktelik” sözünün canlı örneğine şâhit oldum. Belki bu âile, evliliklerinin temelini atarken bu sözleri hiç ifade etmemişlerdi. Ama mühim olan gençken bunu kuru kuruya dile getirmek değil, vakti geldiğinde bu yeminin hakkını verebilmektir. Evlilikteki vefâ ve sadâkat böyle zamanlarda ortaya çıkar.
İşte bu âilede hanım hastalanmış. Öyle bir hastalık ki, aylarca kolunu dahî kıpırdatamamış. Vefâkâr bey, aylarca hanımının yemeğini yedirip her türlü ihtiyacını karşılamış ve lisân-ı hâl ile; “Kimse yoksa da ben varım. Ben senin hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde vefâkâr eşinim, dostunum, yakınınım, her şeyinim” mesajını vermişti.
* * *
Aynı şekilde küçük bir tartışma ile hazırda bekleyen valizini toplayıp evini terk etme davranışı da ilk defa yabancı filmlerde gördük. Sonra sonra “bizim” (!) dizilerimizde de havadan sudan sebeplerle hemen gemileri yakan, köprüleri atan erkek ve kadınlar peydah oldu. Diziler, artık bizden bir parça hâline geldi. Bizi yönlendiren, şekillendiren, akıl veren, yön gösteren…
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâlihlerle birlikte olun.” (et-Tevbe, 119) buyrulmaktadır. Biz bu âyeti unuttuk. İçinde yaşadığımız ve gittikçe yozlaşan toplumun akıntısına kendimizi salıverdik. Tıpkı doğuda yaşanan misaliyle “sürü psikolojisi”ne katıldık… Sizin de hemen hatırlayacağınız üzere, Türkiye’nin Doğu bölgesinde bir koyun, uçurumun aşağısında ne var acaba diye merakla atlayınca, o koyunun arkasındaki 200 koyun da arkadaşları atladı diye atlamışlar. Bizim hâlimiz, onlardan da fenâ… Onların işin ardını düşünecek bir akılları bile yok. Ya bizim?!.
Dizi izleme hastalığı da sürü psikolojisi gibi… Biri izlemeye başlayınca, diğeri; o izleyince öbürü… Herkes “Acaba ne var?” diye diye birbirini takip ediyor.
Diziye olan sadakat, izlemekle de bitmiyor; misafirlikte, yolda, pazarda ballandıra ballandıra anlatarak diziye olan beraberlik sürüyor. Oradaki replikler, espri ve davranışlar hayata taşınıyor. Uzun uzun tartışmalar yapılıyor. Kısacası, televizyondaki sanal hayat, bizim gerçek hayatımızın bir parçasına dönüşüyor ve bizi etkisine alarak değiştiriyor.
Yurt dışında yaşayan bir Türk olarak, ilk tanıştığımız kişilerin adımızı dahi öğrenme zahmetinde bulunmadan sorduğu soru; “falanca sanatçıyı, falanca diziyi gördün mü?” oluyor.
Diziler, sadece Türk halkının değil, Türkiye’nin komşuları olan milletlerin de hayatına, benliğine işlemiş maalesef... Bir kültür transferidir gidiyor. Keşke bu taşınma esnasında iyi şeyler taşınsa… O da nâfile…
Hattâ Azerbaycan’da şöyle bir olayla karşılaşmıştım. “Yaprak Dökümü” adlı diziyi izleyen Azerbaycanlı bir gelin, o dizideki huysuz, dik başlı, kimsenin sözünü takmayan gelini görünce:
“-Âh, âh niye bu dizi önceleri oynamadı; ben bu diziyi yıllar önce izleseydim kaynanamın hakkından gelirdim” demiştir.
Bu sözler bile dizilerin zararını anlatmaya yeter. Dizileri izliyoruz; oradaki karakterler gibi kaynanamızın, eşimizin, komşumuzun, hatta anne-babamızın bile hakkından geliyoruz!...
Nerede kaldı her türlü eziyete rağmen komşusuna sabredenler? Nerede kaldı süt annesinin altına hırkasını sererek hürmet gösteren Peygamber vefâsı? Nerede kaldı misafiri böbrek seviyor diye yedi koyun kesen müslümanın misafirperverliği? Nerede kaldı nazlı misafirin, “Ben başkasının yattığı döşekte yatmam!” dediği için yatma vaktine kadar yeni döşek diken kadının hoşgörüsü? Yoksa hepsi tahta atlara binip giden o güzel insanlar gibi yanımızdan ayrılıp uzaklara mı gitti?!
YORUMLAR