11 Haziran 2005
Edirnekapı Şehitliği
Merhum Abdullah Yazıcı Bey’in, Fıstıkağacı’nda açmış olduğu bir Kur’an Kursu vardı. Bu kursta, İmam Hatip Okulları’nın müfredâtı tâkip edilir ve genç kızlar için liseyi dışarıdan bitirme programı tatbik edilirdi. Böylece pek çok insanın yetişmesine vesile olunmuştu.
Ben de, Süreyya Yüksel’i çocuk denecek yaştayken bu kursa gelişi ile tanıdım. Sadrettin Yüksel gibi yüce bir âlimin kızıydı. Çok değişik bir muhitten gelmiş, ilim yuvasında büyümüş, okumaya öğrenmeye meraklı biriydi. Harikulâde güçlü hafızası ve üstün zekâsıyla hepimizin gönüllerini fethetti. Arkadaşlarının çoğu, hattâ bazen hocaları bile bu mükemmel dehaya yetişemekte zorlanıyorlardı. Onu anlamak çok zordu. Zekâsı, kabiliyeti, bilgisi ile çevresinde ilgi ve hayranlık uyandırırdı. Onun bu güzelliklerini çekemeyen bazıları, onu yadırgadılar, üzdüler, hatta zaman zaman haksızlıklara mâruz bıraktılar.
Ama o çok hassas bir yapıya sahipti. Aslâ basit, sıradan birisi değildi. Gönlü ve firaseti geniş, imanı kavî idi. Bunun için kendisini hakir görenlere, kötülük yapmaya çalışanlara bile iyilikle muâmele etti.
Geniş bilgisi, güçlü hâfızası ve isâbetli fikirleriyle o, hazır ve kolay bir danışma merkezi ve ayaklı bir kütüphane gibiydi. Herkes sorularını ona soruyor, kısa yoldan bilgi alıyor, problemlerine çözüm buluyordu. Üstelik çok da sevimli, alçak gönüllü, dürüst, herkese kıymet veren, her derdi benimseyen tarafı onu emsalsiz yapıyordu. Girdiği her mecliste odak noktası olurdu.
O, sadece dinî, edebî, sosyal meselelerde bilgili değil, aynı zamanda fen, biyoloji, kimya, fizik gibi bir çok müsbet ilimlerde de ilmî derece sahibiydi. Zaten husûsî olarak astronomi tahsil etmişti. Bu ilimleri, Arapça ve Farsça lisanları ile de süslemişti.
Hocasıydım. En fazla dikkatimi çeken husus, yazılı ve sözlü sorulara verdiği cevaplardaki eksiksizlikti. Cevaplarında ne eksik, ne de fazla bir şey bulamazdım.
Kısa hayatı dopdolu geçti. Engin mâneviyatı, teslimiyeti, İslâm’ı cesurâne yaşayışı, geniş tefekkürü, mahlûkata sevgisi, hizmet aşkı:
“-Hâlâ senin gibiler var mı?” dedirtirdi insana...
Bir günü, diğerine müsavî geçirmemeye çalışırdı. Onu, afacan bir çocuk olarak tanıdım. Büyüdü, müthiş bir hizmet ehli oldu.
Hayatının en mesut hadisesi, ilk defa hacca gidişi olmuştur. Bu, gerçek bir vuslattı onun için… Daha sonra pek çok kereler umre ve hacca gidip geldi. Bahtiyardı, uçuyordu.
Ancak her fânîyi er-geç yakalayacak olan ölümün ayak sesleri kabîlinden olan o menhus hastalık… Yavaş yavaş onu Rabbine yaklaştırıyordu. Hastalığının ilk sancılarıyla Mekke’de karşılaştı. Karşılaştı ve içini böylesine mutmain kılan hastalığı için, “Derdimi sevdiren Rabbime şükürler olsun.” diyerek dua etti.
Tıp bilgisi yüksek olduğu için kendisini ne doğru dürüst tesellî edebildik, ne de avutacak bir şeyler söyleyebildik. Her şeyin farkındaydı. O, mâneviyâtını hiç bozmadı. Kaderini vakarla, büyük bir teslimiyetle karşıladı.
1425 haccında mesut bir tevâfukla Mekke’de buluştuk. Benim için bir lütuftu. Selâm Kapısı’nda… Hafifçe uçuşan siyah örtüleri, gülümseyen huzur dolu bakışları… Çok sıcak, çok kalabalıktı. O ise, güzel Arapçası ile çevresindekilerden nâzikçe yol istiyordu. Beni tekerlekli sandalye ile en üst katta tavaf ettirdi. Ona eziyet vermek istemedim, birkaç defa:
“-Oğlum yapar bu işi…” dedim. Ama ikna edemedim. İki ameliyat geçirmiş olmasına rağmen neşeyle tavafa devam etti. Her şaftta aynı duâyı okuyor, sonra yavaşça Türkçe meâlini veriyordu. Biz de kendi duâlarımızı ilâve ediyorduk. Âdeta dünya aradan kalkmış, ufuk kaybolmuş, varlık tükenmişti. Kendilerini Allâh’a adamış hacılar arasında âdeta kanatlanmış bir ruh gibi olmuştuk. Âlem mestti; kâinat zikrediyordu.
Ettik o kadar ref’-i teayyün ki Neşâtî
Âyîne-i pür tâb-ı mücellâda nihânız (Neşâtî)
Anlatılamaz bir zaman dilimi… Hayatın tadı, mânâsı, özü oradaydı. Zirvedeydim.
Çok kişinin yetişmesine vesile oldu. Hizmetleri teselsül ettiğinden, onun sevap hânesi hep büyük kazançlarla dolacak… Nice gönüller fethetti. Emânetini teslim ederken hayatın ve mevtin sırlarını biliyor, aşk ile ibadetine devam ediyordu.
Gönlüm der ki:
Ebr-i nîsanı açık türbene çatsam da tavan
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan. (M. Âkif Ersoy)
Fatih Câmii, belki de ilk defa erkek cemaatine yakın bir kadın cemaati gördü onun cenazesinde. “İyi biliriz” demek için geldiler uzaktan yakından… Rahmeti bol olsun…
YORUMLAR