Muhterem Okuyucularımız;
Zıtlıklar ve aşırılıklar yüzyılında savrulup gidiyoruz. Bir tarafta kalbin katılaştığı, annelerin bile evladına ilgi, şefkat ve merhamet gösteremediği bir dünyadayız; bir tarafta ise sevgi ve şefkatin israf edildiği, lâyık olmayan kimselerin bile âdeta “ilahlaştırılırcasına” sevildiği, göklere çıkarıldığı bir dünya...
Bir tarafta Allâh’ı tanımayan, bilmeyen, bilmek istemeyen devâsâ kalabalıklar var; bir tarafta her şeyi yüceltip ilahlaştıranlar, kendi elleriyle yaptıkları putları çoğaltanlar…
Bir tarafta Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sıradan, basit bir insan olarak görenler var; bir tarafta O’nu yere-göğe sığdıramayanlar, O’nun insan olduğunu unutanlar…
Gerçekten beyazın içindeki beyazı, sütün içindeki “beyaz kılı” görmek; bugün kılı kırk yarmayı gerektiriyor. Söz söylemek, ağırlaşıyor; mesûliyeti derinleşiyor. Sözü söylerken hangi sözün nereye dokunduğunu, bu kafa ve gönül karmaşasında nasıl anlaşılacağını defalarca düşünmek gerekiyor. Sözü yutmak, konuşmamak, sükûtu seçmek de çözüm değil. Zira siz sussanız da, hakikat konuşmanızı istiyor. Siz sussanız da, bâtıl boş durmuyor.
Peygamber Efendimizin dindeki mevkii hiç olmadığı kadar gündemde… Onu ve dîni açıkça inkâr edemeyenler, O’nun Allah katındaki mertebesini ve dindeki şâri’ (hüküm koyma) yetkilerini tırpanlamaya, “sünnet-i seniyyesi”ni yok etmeye gayret ediyorlar. Çünkü O’nun ve koymuş olduğu esasların (sünnet-i seniyyenin) devreden çıkarılması, Kur’ân’ın (ve dolayısıyla İslâm’ın) budanması demek… Herkes, istediği gibi bir İslâm ve Müslüman modeli çıkartabilir demek…
Bugünün DEAŞ (IŞİD) terör örgütünün tarihteki izdüşümü olan Hâricîlere, Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh-, İslâm’ın doğru şeklini hatırlatmak üzere, Abdullah ibni Abbas -radıyallâhu anhümâ-’yı gönderirken:
“-Onları, Kur’ân-ı Kerim’den deliller getirerek susturmaya kalkma!. Kur’ân, pek çok şekilde anlamaya müsait bir metindir. Onlara hadislerden deliller sun!..” buyuruyor.
Bugün bizim Kur’ân’ı, Peygamber Efendimizi ve dolayısıyla İslâm’ı anlamak için de “Sünnet-i Seniyye”ye ve dolayısıyla Peygamber Efendimize ihtiyacımız var.
O’nu sevmek, O’nu tanımak, O’nunla hayatımız arasındaki farklılıkları asgarîye indirmek; İslâm’ı O’nun öğrettiği gibi anlayıp yaşamak en temel vazifemiz… Allâh’a giden yol, O’ndan geçiyor. O’na sevgi ve itaatten… Çünkü O’ndan uzaklaşan, kendi başına bir din kuruyor.
Her zaman ifade ettiğimiz gibi, “«Kur’ân-ı Kerîm bize yeter, Peygambere gerek yoktur!» diyen, dinde peygamberin makamına kendisini koyuyor!” demektir. Rabbimiz, böyle bir hadsizlikten, kendini bilmezlikten ve gafletten bizleri muhafaza etsin.
Böyle bir zamanda Peygamberimizi, O’nun dünyayı teşrifini tekrar tekrar yâd etmek lâzım… O, bizim kurtuluş ipimiz… O’nun hayat veren ölçülerine ve bize bıraktığı emânetlerine sımsıkı sarılmalıyız.
Gelin, bu Mevlid Kandili’nde, yürekten ve tek bir ağızdan şöyle haykıralım şu köhne dünyaya:
“-Anam, babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü…”
“-Allâh’ın salât ve selâmı, Senin üzerine olsun ey Allâh’ın Habîbi…”
“-Sen geldin, güzellikler getirdin. Hep gel, gönlümüze, gündemimize tahtını kur. Bizi, hayatımızı tekrar ve baştan başa îmar et, ey Nebîlerin Sonuncusu…”
YORUMLAR