Muhterem Okuyucularımız;
İnsan, “ünsiyet”, yani dostluk, arkadaşlık kuran ve “nisyân” ile mâlul bir varlıktır. Nisyan, unutma ve gaflet hâlidir. İnsan kelimesinin mânâ kökünü oluşturan “ünsiyet” de, “nisyan” da insanın ayrılmaz parçalarıdır. O yalnızlığı sevmez, yalnız kalmaya dayanamaz. Her an yanında birisine ihtiyaç vardır. Bu yüzden Hazret-i Âdem, nîmetler yurdu olan cennette bile huzursuz olmuştur.
Aslında insanın yanında olanlar, bir müddet sonra onun unutkanlığına da yardımcı olurlar. Kendini etrafındakilere kaptıran, gönlünü bunlarla gereğinden fazla meşgul eden insan, bir müddet sonra “bir an bile unutulmaması gereken” Rabbini unutur. Bazen arada bir hatırlar, bazen ise koca bir ömür geçer de Allah, aklına gelmez olur.
İşte kendini unutan kişiye, Rabbimiz de aynıyla mukabele eder; onu unutkanlık ve yalnızlığı ile başbaşa bırakır, hem bu dünyada, hem de âhirette…
Rabbimiz, her kuluna, her an şah damarından daha yakındır. İçinden geçenleri, ihtiyaçlarını, istek, arzu ve duâlarını, şeytanın ona fısıldayışlarını… her şeyi, her şeyi, en iyi O bilir. Ancak kulunun bunun farkında olmasını ister. Kendisi, nasıl o kulunu bir an bile unutmuyor, onun bütün ihtiyaçlarını rahmet ve lütfuyla her an karşılıyorsa; kulunun da “kendisini yaratan bir Rabbi olduğunu bilmesini” ister. O Rabbi bilmesi, O’na minnet ve şükran içinde olması, kulluğun özüdür zaten…
Rabbini unutan, kendisini müstağnî kabul eden, gurur, kibir, ucub ve benlikle varlığa tepeden bakan insan; büyük bir gaflet hâli yaşıyor demektir. En kalın gaflet perdesi bile, ölümle nihayete erer. Ama ölümden sonraki uyanış ve hatırlamanın insana bir faydası olmaz. Artık iş işten geçmiştir.
Cenâb-ı Hak, kendisini rahatça bulsunlar diye, yeryüzünü ve gökleri varlık ve birliğine delâlet eden nice âyet ve delillerle donatmıştır. İnsana, kendi iç dünyasında doğruyu bulacak pek çok fazilet ve meleke de vermiştir. Rahmet ve ikram sahibi olan Rabbimiz, bununla da iktifâ etmemiş, “beşîr” (müjdeleyici) ve “nezîr” (uyarıcı) olarak peygamberler ve “zikir” (hatırlatıcı) olarak kitaplar indirmiştir.
İnsan, Allâh’ı zikrettikçe, O’nu tanıyıp andıkça; var oluşunun sebebini ve yaratılış gayesini anlar. Kendisini ve kâinatı tanıdıkça Allâh’a ulaşır. Allâh’ı bilen, O’nu sever. O’nu seven kimse, mahlûkatın da imdadına yetişir. İnsanlar, o kimseye baktıkça Allâh’ı hatırlar. O’nunla beraber oldukça Allâh’a yaklaşırlar. Canlı-cansız varlıklar, onun elinden huzura kavuşur. Çünkü o, ihyâ ve ıslah için gelmiştir, fesat ve yok etmek için değil!..
Bugün en çok ihtiyacımız olan insan tipi de bu değil midir? Allâh’ı tanıyan, seven, Allâh’ın boyasıyla boyanmış, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmış… Sâlih ve sâdık bir kul olarak, her ânında Allâh’ın huzurunda bulunduğunun ve bugün yaptıklarıyla yarın yine O’nun karşısında hesap vereceğinin şuurunda olan… Bu hâli devam ettirmek, Allâh’ı her an hatırlamakla mümkündür. Yani zikirle… Zikir, sadece dilin bazı lafızları tekrarı değil, bedenin, zihnin ve kalbin bu söylenene iştirâk etmesi hâlidir. Zikri, topyekûn yaşayan böyle mü’minlere bugün ne kadar da muhtacız!
Bu vesileyle bize Allâh’ı hatırlatan, sevdiren ve zikri tâlim eden üstadlarımızdan merhum Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nu da hürmet, muhabbet ve hasretle yâd ediyoruz. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizin Livâu’l-Hamd sancağı altında hepimizi buluştursun. Âmin.
YORUMLAR