Muhterem Okuyucularımız;
Bu sayımızla birlikte 17 yılımızı geride bırakmış oluyoruz. İnşâallah, Ocak sayımız, 18. yılımızın ilk sayısı… Dile kolay, günler, aylar, yıllar su gibi geçip gidiyor. Hepimiz büyük bir değirmendeyiz; öğütülüp gidiyoruz. Mühim olan geride güzel sesler, güzel akisler bırakmak… “Bu gök kubbede bir hoş sadâ bırakmak”… Bütün gayretimiz, niyet ve azmimiz bu istikamette… Rabbimiz, bizi mahcup etmesin.
Neden böyle bir giriş paragrafı ile başladık? Zira bu sayımızda gündemimizi “dünya”ya ayırdık. Fânî, gel-geç dünya… Bir varmış, bir yokmuş hâlde yaşadığımız hayat… Konaklardan bir konak… Dünya hancı, biz misafir… Birkaç gün görünüp kaybolacağız. Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Ete kemiğe bürünüp Yûnus diye göründüğümüz” dünya…
Aslında dünyanın kendisi de misafir… Belli bir vazife için var olmuş, işi tamamlanınca o da yok olacak… Yeni bir dünya, yeni bir âlem kurulacak… Ama o dünyaya varmadan, burada yapacağımız işlerimiz var. Bir kulluk ve imtihan sürecindeyiz. Yarın, o büyük gün geldiğinde, herkes derin bir pişmanlık içinde, “Günlerini nasıl boşa geçirdiğinin” derdine düşecek…
“-Keşke…” diyecek, “keşke farkında olsaydım da o altın günlerimin kıymetini bilseydim. Keşke tekrar oraya geri dönsem de bazı şeyleri değiştirebilsem…”
Ama artık bu “keşke”lerin hiç kimseye bir faydası olmayacak… O yüzden bugünü, bu ânı değerlendirmek lâzım… Dünyanın ne olduğunu, neye hizmet ettiğini, niçin yaratıldığını bilmek çok önemli… Ölüm-kalım meselesi kadar önemli…
Bir ölüm-kalım meselesi de, insanın kendisine hayat menbâı olan, Allâh’ın kurtuluş dâvetini gereği gibi görüp görememesi… İslâm’ı, insanlığı selâmet ve saadete çağıran bir dini, tanınmaz hâle getirmek; insanları ondan uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamak büyük bedbahtlık… Kendi mahrum kaldığı gibi, insanları da bu büyük nîmetten mahrum bırakmak için çalışmak, şüphesiz hayatı boşa geçirmekten de büyük bir mânâ taşıyor.
Ömrünü hebâ eden, bomboş iş ve meşgalelerle nefeslerini tüketen kimsenin zararı kendisine… Ama o can emanetini başlı başına bir fesat makinesine dönüştürüp insanların iki dünya saadetinin yolunu kesme vasıtası hâline getirmek ise, felâketin zirvesi… Kim ki, bir insanın hidayetine vesile olur, onun ömür boyunca yapmış olduğu sâlih amellerden hissedar olur. Kim de, bir insanın ayağının kaymasına, günah ve isyan bataklığına sürüklenmesine sebep olur, onun yaptığı günahların da vebalini yüklenmiş olur.
Bugün İslâm’a saldıranlar, müslümanları birbirine düşürmek, onların inanç, ibadet, ahlâk ve mâneviyatını çökertmek için gayret gösterenler; hem kendileri hidayetten mahrum kalıyor, hem müslümanlara zarar vererek büyük bir suça giriyorlar, hem de -belki çok daha önemlisi- gönlü İslâm ile buluşacak, tertemiz, berrak bir menbâ arayan yüz yılın şaşkın ve zavallı kitlelerinin önünü kesiyorlar. Böylece insanlığın derin girdaplarda boğulmasına, dipsiz uçurumlara yuvarlanmasına yol açıyorlar. Bu büyük bir vebal, büyük bir suç… Bir insanlık suçu… İslâm’ı, terörle, vahşetle bir tutmak; insanları İslâm’dan uzaklaştırmak için korkular üretmek, iftiralar atmak, buna yardımcı ve malzeme olmak; belki küfrün, nifakın değişmez taktiği… Ama biz, müslümanların da uyanık olması, onlara bu minvalde bir malzeme vermemesi gerek…
Rabbimiz, dinini güzelce anlamayı, yaşamayı ve yaşatmayı hepimize nasip etsin. Bizi bu ikrâr ile haşreylesin. Âmin.
YORUMLAR