Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Günbegün kıyamet yaklaşıyor; yerin altının üstünden daha güzel ve sevimli olduğu günler geliyor. Zannetmeyin ki bunu sadece birkaç aydır devam edegelen ekonomik buhranla alâkalı söylüyoruz. Elbette onun da tesir var, ama işin özüne baktığımız zaman ekonomiyi “buhran”a dönüştüren insan faktörü… Endişeleri, paniklemeleri, daha fazla kazanma hırsı, kendisini hiçbir otoritenin fark edemediği düşüncesi, çıkarcılık, Allah’tan korkmamak, vicdan sahibi olmamak… Bu zavallı insan hakkında daha pek çok şey sayılabilir.

Ama bundan daha vahimi var; biz bugün âileyi, ahlâkı kaybetmek üzereyiz. Bizi, biz yapan değerler lif lif kopuyor. Kadınlar, ısrarla ve ne pahasına olursa olsun “dışarı hayata” özendiriliyor, teşvik ediliyor. Ev, gittikçe ıssızlaşıyor ve gece kalınıp sabah hızlıca ayrılmak zorunda olan bir “otele” dönüşüyor. Herkes büyük bir azimle “yükselmenin”, daha fazla “zengin olmanın”, daha fazla “tüketmenin” derdinde… Bu ihtiras rüzgârı dalga dalga herkesi yokluyor; bu koşuşturma içinde “ânımızı”, kendimizi, benliğimizi ve kısaca hayatı kaybediyoruz. Mütevâzî olmak, kanaat, sabır ve iktisad ehli olmak masallarda kalıyor, neredeyse…

Biz, bundan da acısı, dinimizi kaybediyoruz; ibadetlerimiz şekle dönüşüyor, kalplerimiz nasırlaşıyor. Peygamber Efendimizin ve ashâb-ı kirâmın yaşadığı hayata “tarihsel” bakıyor, onun geçmişte kalmış bir “Arap örfü” olduğunu düşünmeye, söylemeye başlıyoruz. Cür’etimiz bununla da kalmıyor; Allâh’ın indirdiği kitabı, “tarihsel” ve “modern” aklımızla ayıklamaya başlıyoruz. “Bu âyet -hâşâ- bana hitap etmiyor; bu hüküm -hâşâ- bu devrin ihtiyacını karşılamıyor!” diyerek yeni ve mükemmel (!) çözümler üretmeye başlıyoruz.

Yaşadığımız dünya ve oradaki kaynaklar bize yetmiyor; istilâ edecek ve sömürecek başka gezegenler peşine düştük. Dünyanın bir avuç zengini, bütün dünyayı iliklerine kadar yiyip tüketiyor ve bir türlü doymak bilmiyor. Zengin daha zengin, fakir daha fakir oluyor.

Dünyanın her yerinde, fakirler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar horlanıyor; dışlanıyor. Zayıflar üzerinde, zâlimlerin bitip tükenmek bilmeyen işkence ve baskıları câhiliye devrinin hortladığını gösteriyor.

Gökyüzü feryâd ediyor; kirlilikten… Yağmur, insanların müdahaleleri ile nereye, nasıl yağacağını şaşırıyor. Yeryüzü çoraklaşıyor, buzlar eriyor. Toprak, hava, su bozuluyor insan eliyle; tıpkı insan gibi… Kısacası dünyanın çivisi çıkıyor.

Bu yıkılan dünyaya yeniden ve bir kere daha “nebevî bir soluk” lâzım… Aman sakın yanlış anlaşılmasın, yeni bir peygamber değil!.. Zaten son ve en mükemmel Peygamber, Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. O’nu tekrar gönüllerimize rehber edinmemiz, O’nun siyerini, O’nun sünnetini tekrar tekrar okumamız, hissetmemiz, yaşamamız lâzım.

Bir Mevlid Kandili daha geldi; Peygamber Efendimiz’in gönlümüze doğuş mevsimi… Onun sünnetini baş tâcı etme vakti… O’nun yaşadığı dönemi okuyunca, insanlığın yüzyıllar boyunca  “bir arpa boyu yol almadığını” görüyoruz, maalesef… Câhiliye insanı, aynı kabalığı, aynı vahşîliği, aynı despotluğuyla dünyanın her yerinde yaşamaya devam ediyor. Ama onun karşısında îman ve takvayla kuşanmış, adâleti, merhameti, muhabbeti ve fedakârlığı baş tâcı etmiş “İslâm insanı” yok denecek kadar az!..

Her gün Seni daha çok seviyor ve Sana daha çok hasretini duyuyoruz, ey Allâh’ın Habibi… Sayısız salât ü selâm Senin, Ehl-i Beyt’inin ve ashâbının üzerine olsun. Bizleri de ümmetin defterine kabul buyurduğun bahtiyarlardan eyle. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle