Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Nisan ayı… Yağmuruyla, sıcaklığıyla, bereket ve rahmet ayı… Bu sayımızda büyük dertlerimizden birisiyle karşımıza çıktık: İslâmî bilgi yokluğu ve açlığı… Bundan yaklaşık bir asır önce bu topraklarda çocuklar, 4 yıl, 4 ay, 4 günlük iken Kur’ân rahlesinin önünde diz çöker, “besmele çeker”di. Sonra öğrendiği bütün dînî ve dünyevî ilimler, el becerisi, sanat, ticâret ve hattâ askerlik faaliyetleri hep bu besmelenin gölgesinde filizlenir, boy verirdi. Böylece onların dünyalarına, kıyamet gününün ve âhiret endişesinin insanı olgunlaştıran “derd”i düşerdi. Yemek yerken, işe giderken, âile kurarken, alışveriş yaparken zihinlerinde, her anlarının kayda alındığı bilgisi yer alır, her şeyi gören ve bilen o en Yüce Kudret sahibi tarafından kontrol edildiklerini hissederlerdi.

Millet olarak hepimizin gönlünde, hâfızasında ve hatta şuuraltında bu medeniyetin izleri kazınmış olsa da, hepimiz, o neslin çocukları, torunları olsak da… Maalesef dünyevîleştik. İlk dersimizi, dört yaşında, rahlenin önünde değil; doğar doğmaz televizyonun başında alıyoruz. Gördüğümüz, tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz insanlar hep televizyonun tanıttıkları, sevdirdikleri… Çizgi filmler, reklamlar, filmler, magazin programları, diziler vs. hepsi bize:

“-İşte bu adam veya şu kadın büyüktür!... Onun bütün özelliklerini öğrenmek, hayatın aslını öğrenmektir; onu tanımamak en büyük cehâlettir, utanılacak, insan içine çıkılamayacak kara bir lekedir!..” dedi, biz de inandık.

Sonra okullarda, âdeta bir yarış atı gibi, imtihanlar, denemeler, ödevler ve benzeri birçok engeli aştık. Durmadık, yorulmadık, ilköğretim bitince lise önünde, lise bitince üniversite önünde, üniversite bitince iş kapıları önünde defalarca yoklandık, bilgilerimiz test edildi. Pek çok zâyiat versek de kalanlarımız, aralık bulduğu kapılardan girerek “maîşetimizi temin etmeye” başladık. İş orada da bitmedi. Hep daha fazlasını isteyen tarafımız, daha fazla maaş için, prim için bizi gece-gündüz çalıştırdı, ek iş yaptık, prim aldık, ekstra aldık. Sonra bir de baktık ki, evimiz olmuş, dükkânımız, işimiz olmuş; mirasçılarımıza bırakacağımız bir hayli mal devşirmişiz. Yorulmuşuz, ama değmiş!..

Şimdi yeni bir kapıya gelmişiz; fakat maalesef o kapı için pek birikimimiz olmamış. Karşımıza ne çıkacak bilmiyoruz; ilm-i hâlimizi öğrenmemişiz. Boynumuz bükük, mahcubuz; gece yarılarına, sabahlara kadar maişetimiz için çalışırken namaz kılmaya vakit bulamamışız. Türkçeyi ve daha birçok yabancı dili öğrenmek için senelerce gayret ettiğimiz hâlde, Rabbimizin Kitabı’nı heceleyerek bile okuyamıyoruz.

Maalesef bu, yaşadığımız günlerin acı faturası… Dînî bilgilerin ve mânevî değerlerin küçük görüldüğü, fazilet dolu çağların ve necip ecdadımızın hakâretâmiz ifadelerle dile getirildiği bir dönemde ve toplumda geldik dünyaya… Ama bu hep böyle gitmez, gitmemeli… Eğer bize bir eğitim kurumu eliyle düzenli, sağlıklı bir dînî bilgi ulaştırılmıyorsa, hepimiz fert fert bunları öğrenmek zorundayız. Yoksa Allah karşısındaki ferdî sorumluluktan kurtulamayız. Çünkü Rabbimiz bazen bizi toplum olarak hesaba çekecek ve hepimize birden fatura kesecek; çoğunlukla ise ferdî olarak hesap vereceğiz. Nasıl doğduğumuzda tek başımıza doğuyorsak ölürken de, hesap verirken de tek başımıza kalacağız!.. Rabbimiz o büyük gündeki hesabımızı kolaylaştırsın. Âmin…

Gelecek sayıda buluşuncaya dek Allâh’a emanet olunuz.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle