Muhterem Okuyucularımız;
İnsan, Rabbimizin “mükerrem” kıldığı, kendi rûhundan üflediği, içine fücur ve takvâ meyilleri yüklediği, kâinâtı kendisine musahhar kıldığı, yüceldiğinde “meleklerden üstün”, alçaldığında “hayvanlardan aşağı” olabilen bir muammâ… Onu çözmek, onu anlamak; insanı Allâh’a yaklaştırıyor. Kendini, nefsini tanıyan; kâinâttaki yerini çözüyor. Nereden gelip nereye gittiğini, niçin yaşadığını, ne yapması gerektiğini görüyor.
Vakit sınırlı… Herkesin ömrü, farklı farklı… Rabbimiz, verdiği sayılı nefesleri içinde insanın kendisini çözmesini, kâinâtı keşfetmesini ve Allâh’ı tanıyarak O’na kulluk etmesini emretmiş. O’na “okumasını” emretmiş; kendini, kâinâtı ve Kur’ân’ı… “Bakmasını” emretmiş, kendine, çevresine ve tarihe… O’na “duymasını” emretmiş; “kâlû belâ”yı, Rabbinden gelen dâveti ve rûhunun fısıltılarını…
İnsan, maddî-mânevî pek çok hâssa ve meleke ile donatılmış. O, bir yönüyle kanat çırpmaya hazır bir kuş; bir yönüyle çamura, süflî ve nefsânî arzulara meyilli…
Ve insan, hayatı boyunca hep “tercihler” yapıyor, kendi hür iradesiyle… Cenneti ve cennete götüren yolları da seçebiliyor; cehennemi ve cehenneme götüren yolları da…
İnsan, tesir ediyor ve tesir altında kalıyor yine her an… Çevresinde olup bitenler, diğer insanlar, okudukları, gördükleri, düşündükleri, hayal ettikleri, ümit ve korkuları her an insanı değiştiriyor, dönüştürüyor.
İnsan, kalbi kadar hassas ve değişken bir varlık… Kalbin dünyaya açılan gözü, kulağı olan organlarımız, ona tesir ettiği gibi, dostluk ve arkadaşlık münasebetleri, sevgi ve nefreti de onu etkiliyor. Bu yüzden insan, hayatını, davranışlarını yöneten merkez olan kalbine sahip çıkmalı… Onu soğuktan, sıcaktan, taşlaşmaktan ve ateşe düşmekten korumalı…
İnsanın ateşi, Allah’tan uzak düşmek… Hidâyetten mahrum kalmak… Allâh’ın ve Rasûlü’nün yolunu terk ederek; kendi aklına, hevâ ve hevesine tapmak… Allah’tan başka “ilâhlar” edinmek… Zaten insanlığın geçmişi; hak-bâtıl, îman-küfür mücadelesinden ibaret…
Bu büyük ve amansız mücadelede insanı cehâletten kurtaracak şey, “ilim”… Onu nisyandan, isyandan koruyacak zırh, “takvâ” ve “zikir”… Onu yalnız bırakmayacak kimseler, “sâlih ve sâdık yoldaşlar”…
Rabbimiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra, ondan mahrum bırakmasın. Ayaklarımızı hidâyet üzere sâbit kılsın. Bizi, îman üzere yaşatıp îman üzere kendisine kavuştursun. Bilerek-bilmeyerek işlediğimiz taksiratımızı affetsin; seyyiâtımızı, hasenâta tebdil eylesin. Bizi, rızâsına ulaştıracak yollarda eylesin. Bize göz aydınlığı olacak eş ve çocuklar nasip eylesin, bizi takvâ sahiplerine önder eylesin. Âmin.
Muhterem Okuyucularımız;
Şubat ayı, aynı zamanda merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendimizi, dâr-ı bekâya yolcu ettiğimiz bir ay… O, sadaka-i câriye olan eserleriyle, hayatımıza tesir etmeye, gönül iklimimizi inşa etmeye devam ediyor. Bugün yaşadığını söyleyen pek çok kişiden daha çok hayatta… Tıpkı Allâh’ın diğer velî ve şehid kulları gibi… O yüzden insan, bu fânî hayatında tercihini yapmalı; ya yaşarken “yokmuş gibi” olmalı, ya da öldükten sonra bile “varmış gibi”… Rabbimiz, bizi, şu fânî gök kubbede güzel sesler, güzel izler bırakarak ebedî âleme giden kullarından eylesin. Ölüm, muhakkak… Her gelen, kesinlikle gidiyor. Ve giden bir daha dönemiyor. O hâlde “insan” olarak, “mükerrem” olmayı seçmek lâzım, vesselâm…
YORUMLAR