Muhterem Okuyucularımız;
Mûtadımızın aksine bu yıl, “Kutlu Doğum” sayımızı Nisan ayı yerine, içinde hicrî Mevlid Kandili’nin bulunduğu Rabîu’l-evvel Ayı’nda hazırlamaya karar verdik.
Aslında dînimiz, peygamber bile olsa, bir insanın doğum veya ölüm günlerini yâd etmeyi hiçbir zaman emretmemiştir. Ancak yasaklamamıştır da… Yeter ki, yâd edilen kimse, bu hatırlanmaya lâyık olsun. Bir de bu anma merâsimleri esnasında söz, fiil ve kutlamalarda dînin koymuş olduğu meşrûiyet sınırları aşılmasın.
Şüphesiz var olmuş bütün varlıklar arasında, her ânıyla hatırlanmaya, her vasfıyla örnek almaya değer tek insan, Allâh’ın insanlara rahmet olarak gönderdiği, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nu anlatanlar, yeterince anlatamamaktan bîtâb, O’nun güzelliklerini dinleyenler, O’nu gerektiği gibi anlamaktan âciz… O’nun fazilet ve güzellikleri hakkında ne söylense azdır!..
Bir tevhid dini olan İslâm, daha önceki dinlerde, insanların peygamberlerini ve birtakım sâlih kulları, aşırı derecede tekrîm edip yüceltmeleri sebebiyle küfür ve dalâlete düştüklerini haber vermiştir. Nitekim Hıristiyanlar, Hazret-i İsa’yı, duydukları aşırı muhabbet sebebiyle lâyık olduğundan fazla yücelterek, “üç ilâhtan birisi” pâyesini vermişlerdir. Yine Nuh -aleyhisselâm-’ın kavmi de kendi içlerindeki sâlih insanları yâd etmek üzere onların heykellerini yapmışlar ve onlara saygı göstermeye başlamışlardır. Zamanla o heykellerin ne için yapıldığı unutulmuş ve tarihte ilk defa “putperestlik” başlamıştır. (Bkz: Nuh Sûresi, 23. âyetin tefsiri)
O hâlde muhabbet ve öfkemiz, Allah rızâsı için ve O’nun koyduğu sınırlar çerçevesinde olmalıdır. Yani, bir peygamberi, Allâh’ın dinini tebliğ ettiği için yüce bir makamda görmek gerekir. Fakat O’nun yüceliğini, ulûhiyet sınırına yaklaştırmamalı ve bir kul olduğu unutmamalıdır. Diğer taraftan, bu yüceliği unutup O’nu da kendimiz gibi “sıradan bir insan” olarak görmek de, Kur’ân’ın ifâdesiyle, “hiç farkında olmadan amellerimizin boşa çıkıvermesine” sebep olabilir. (Bkz: el-Hucurât, 2)
O hâlde, bütün duygu ve düşüncelerimizde ifrat ve tefritten uzak durmalıyız. Ne lâyık olanın kıymetini zâyî etmeli, ne de gerçek bir kıymeti, gereğinden fazla yücelterek hem ona, hem de kendimize zarar vermeliyiz.
Şubat ayının bir özelliği de, bu ayda merhum Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddîse sirruh- hazretlerinin vefâtının sene-i devriyesi olmasıdır. Her ne kadar biz, bu sayımızda O’na özel bir dosya hazırlayamamış olsak da, O, geride bıraktığı “sadaka-i câriye” şubesinden olan mânevî evlatları ve kıymetli eserleriyle bizimle hep hasbihâl etmektedir.
Dinin en sıkıntılı zamanlarında dünyaya gelip “ilklerden olma” şerefine ermek ve “güzel bir çığır açmak”, elbette takdir edilmesi gereken büyük bir fazilettir. Onlar, sayılarının azlığına ve sınırlı imkânlarına bakmaksızın en zor şartlar altında, söz, fiil ve yaşayışlarıyla “Peygamber mirâsçıları” olmanın îcâbını yerine getirmişler, yaşadıkları dönemi de, kendilerinden sonra gelenleri de muhabbetle Rabbimizin yoluna bağlamışlardır. Ne mutlu bu bahtiyarlıktan hisse sahibi olanlara… Ne mutlu, onları görenlere; onlardan gerektiği gibi istifade edenlere… Onların yaktığı çerağ ile gönül ateşini tutuşturup yakacak başka gönüller arayanlara…
Gelecek sayıda görüşünceye dek, Allâh’a emânet olunuz.
YORUMLAR