Muhterem Okuyucularımız;
Îman, ilim, takva, kulluk, hayâ ve muhabbetin harman olduğu bir sayı ile daha huzurlarınızdayız. Mâlum Eylül ayı, genel itibariyle okulların açıldığı, tatil sezonunun bitip herkesin işine-gücüne, mesaisine döndüğü bir ay… Her ne kadar salgın hastalıkla mücadele ettiğimiz şu günlerde bu tarihlerde değişiklik ve aksamalar olsa da…
Bir de yaz aylarında gece-gündüz sıcağın altında bir şeyler yetiştirmeye çalışan çiftçilerimizin durumu mâlum… Onlar da sonbahar ve kışın gelişi ile, nisbeten daha sâkin bir döneme giriyorlar.
İster şehirde, ister köyde olsun hepimizin önümüzdeki aylarda ilme, ibadete, tefekküre daha fazla zamanı kalacak… Belki de bu hastalığın bize en büyük faydası, kendi iç dünyamıza dönüş vakitlerimizi artırması… Bugünler; fert olarak, âile olarak, cemiyet olarak tepeden tırnağa kontrolden geçmemiz için büyük bir fırsat… Bir iç muhasebe zamanı…
Gelin, bu zamanları, Allâh’a yaklaşmanın yollarını öğrenme ile geçirelim. Allâh’a yakın olmanın birinci şartı, “îman”… O “takvâ”yla ziynetlenince paha biçilmez hâle geliyor. Ancak takvâ, kuru bir kavram… Ona hayat veren, yol gösteren, onu inceltip derinleştiren, ufkunu açan ise “ilim”…
İlim, sadece kuru bilgi değil. Öğrenmek yetmiyor. Onu hazmetmek, kendimize mâl etmek, onunla amel etmek, onu yaymaya çalışmak; bizi “farklı” kılıyor. Bilenle bilmeyenin farkı “amel”… Bildiği hâlde, ilmiyle amel etmeyen kimsenin, câhilden farkı yok. Üstüne üstlük bir de vebâli var.
İlim ve hidâyet, Rahman’ın ikrâmı… Elbette insanın da büyük cehd göstermesi gerekiyor, ancak bunların “ilâhî bir ikrâm” olduğu şuurunda olmayan kimse, bir müddet sonra hassasiyetini kaybediyor. Her şeyi kendinin “kazandığını” düşünmeye başlıyor ve küstahlaşıyor. İlim ve ibadet, kendisini kibre sürüklüyor. Böyleleri, insanlara tepeden bakmaya, rahatlıkla herkesi bir çırpıda tenkit ve hattâ tekfir etmeye başlıyor. Rabbimiz muhafaza buyursun.
Bu sayımızda, geçen ay yayımlamak istediğimiz, fakat bu sayıya sarkan bir yazı var: Hazret-i Hüseyin Efendimizin şehadet yolculuğu… Aslında Kerbelâ, Aşûre günü, Hazret-i Hüseyin ve Yezid; günlük hayatımızda sık duyduğumuz kelimeler… Gerek tarihî arkaplanı, gerekse günümüzdeki tesirleri hâlâ canlı olan kavramlar… Bu kadar çok duyulan, ama gerçek hâdiseler üzerinde bu kadar az mâlumat sahibi olunan başka bir konu da yoktur herhalde…
Biz Ehl-i Sünnet olarak, tarihe mâl olmuş bu hâdiseleri tekrar tekrar gündem yapmayı, yaraları kaşımayı doğru bulmayız. Ama maalesef bu düşünce şekli bizi, bir müddet sonra ne olup bittiğini hiç bilmeyecek/merak etmeyecek/araştırmayacak noktaya sürüklüyor. Bu ise, hem benzer hatalara tekrar düşmemize, hem de doğrularımızı taassubvârî şekilde savunmaya, bunu yaparken de sapla-samanı karıştırmamıza yol açıyor.
Bu ve benzer hâdiseleri, bir varlık sebebi hâline getiren, bundan ihtilaf dokuyan Şia çevresi ise, her fırsatta Ehl-i Sünnet’i, Hazret-i Hüseyin karşısındaki “Yezid bloğu” olarak görmeye ve göstermeye çalışıyor.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkası, hiçbir zaman Yezid döneminde meydana gelmiş bu zulmü tasvib etmemiş, gerek Hazret-i Ali’ye, gerekse evlatları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimize en küçük bir tarizde dahî bulunmamışlardır. Onlar cennet gençlerinin efendileridir. Peygamber Efendimizin gözbebekleridir. Onlara hürmet ve muhabbetimiz bâkîdir. Önümüzdeki sayıda da devam edecek olan bu yazı ve kullanmış olduğu Sünnî kaynaklar, bunun en büyük işaretlerindendir. Biz, her zaman zâlimin karşısında ve mazlumun yanındayız. Ancak mazluma sahte gözyaşı döküp zâlimleşenlere de göz yummayız. Rabbimiz, âhirette de bizi bu ikrâr ile haşreylesin. Âmin.
YORUMLAR