Muhterem Okuyucularımız;
Cenâb-ı Hak, hikmeti gereği, bu dünyayı “denge” üzerine yaratmıştır. Mikro âlemden, makro âleme, bitkiler dünyasından hayvanlar âlemine ve varlıkların en mükemmeli olan “insan”a kadar hayat hep denge üzerinde devam eder. İfrat veya tefrit, iki ayrı uçta gezen kim varsa, bu ilâhî kanunun er-geç sillesini yemeye mahkûmdur.
Bu yüzden özellikle insanoğlu, hayatını bu ilâhî prensibe uygun bir şekilde tanzim etmelidir. Yemesini, içmesini, düşünmesini, konuşmasını vesâir bütün faaliyetlerini “dengeli” götürmelidir. Aksi hâlde hiç de memnun olmadığı neticelerle karşılaşabilir. Meselâ çok uyuyan bir kimse nasıl bir buhran içinde yaşıyorsa, hiç uyumamayı alışkanlık hâline getirmek isteyen bir şahıs da büyük bir cinnetin eşiğindedir. Yine bu sayımızda işlemiş olduğumuz gibi, “aşırı şekilde” beslenen bir insan da, binbir çeşit hastalık tehlikesiyle yüzyüzedir; yemekten-içmekten kesilen kimseler de!..
Evet, günümüzün “tüketim çağı” hâline gelmesi, insanların gelişmişliklerinin “tükettikleri” ile ölçülmesi, reklam, propaganda ve sloganlarla savurganca yeyip içmenin özendirilmesi; gündemimize yeni bir kavramı taşıdı: Obezite!..
İnsanların, yemek için hep bir bahaneleri olmaya başlamıştır: Üzüntü ve boşluğu yemeğe gömülerek telâfî ve tesellî etmek ya da sevinç ve başarıları yine yemek-içmekle kutlamak, eğlenmek için yemek, vakit geçirmek için yemek, yemek için yemek!..
Amerika ve Avrupa’da gece-gündüz çalışan insanlar, vakitlerinin geri kalanını televizyon başında “dinlenerek” bir şeyler yemekle geçiriyorlar. Sonuçta hareketsiz, hantal, tembel ve aşırı derecede şişman tipler hızla artıyor. Bu giriş yazısında şişmanlıkla beraber gelen hastalıkların sayısı ve miktarını zikretmeye gerek yok!.. Yine “fast food” kültürünün, insanları rehâvete mahkum eden iletişim ve ulaşım vâsıtalarının, medya ve benzerlerinin rolleri üzerinde de uzun uzun durmaya gerek yok!.. Sonuçta ortada bir vâkıa var, her geçen gün daha çok dikkat çeken…
Aynı medenî (!) toplumlarda; zengin, tuzu kuru böyle elit bir tabakanın yanında bir başka grup daha var: Çöplerde bir lokma olsun yiyecek arayan, karton evlerde ve sokakta barınan kimsesizler…
Ülkesinde, sokağında, yanıbaşındaki bu sefâleti görmeyen/görmek istemeyen medenîlere (!), dünyanın gelişmemiş (!) diğer ülkelerini işaret etmenin bir mânâsı var mı?
Ya Müslümanlar?!
Ramazan ayının rahmetiyle kuşattığı, gönüllere huzur, sekînet ve muhabbet aşıladığı bir mevsimde, dünyadaki bu “dengesizlik”lerin ne kadar farkındalar?!.. Yoksa onlar da tüketim çılgınlığının bir parçası durumuna mı düştüler?!.. Kaç kişi yeme-içmeye ayırdığı servetinin, çevresindeki kaç insanı doyuracağının farkındadır acaba?
Ramazan, aynı zamanda bir muhâsebe mevsimi… Kendi hayatımızın, sokağımızın, ülkemizin, dünyamızın muhâsebesi…
Biz de, içinde bulunduğumuz bu mübârek Ramazan-ı Şerîf’in, hepimiz için “açlık ve tokluk” üzerinde derin bir tefekküre vesîle olması temennîsiyle sizi dergimizle baş başa bırakıyoruz.
YORUMLAR