Arnavutluk deyince aklınıza neler gelir? Balkanlar, Osmanlı, Türkler, tarih… Biraz sevinç, biraz hüzün…
Biz de o topraklara gittiğimizde bunların hepsini bir arada yaşadık. Kâh tarihte atalarımızın bıraktığı izleri görünce sevindik, kâh onların harabe hâline gelmiş eserlerine bakıp hüzünlendik. Bazen yeni yapılan bir câmi bizi sevindirdi, bazen de büyük servetler dökülerek yapıldığı belli olan kiliseler bizi düşündürdü. Enver Hoca isimli komünist bir diktatörün 41 yıllık idâresinde (1944-1985), dinini, imanını ve tarihini koruma mücâdelesi veren Arnavut halkı, demokrasiye geçişle birlikte kendi kimliğine ve köklerine dönmenin imkânlarına kavuşmuş. Ancak bir anda üzerine sökün eden çeşitli mezheplere âit misyonerler, âdeta bir haçlı zihniyet ve kararlılığı ile Hıristiyanlığı yaymaya başlamışlar. Kısacası Arnavutluk, tarih boyunca bir çok kez şâhit olduğu İslâm ile Hıristiyanlığın adı konmamış “gizli” savaşını içten içe yaşamakta…
İsterseniz, sizinle adım adım kısa bir Arnavutluk seyahatine çıkalım.
Halime Demireşik, Sena Kabakçı ve Nurdan İhtibar’la birlikte, Tiran havaalanında iner inmez, bizi Rahibe Teresa’nın haç silüetindeki heykeli karşıladı. Anladık ki, “başka” topraklardayız. Zaten o heykeli oraya dikenlerin amacı da bu… Bu topraklar “bizim” diyebilmek!..
Havaalanından ayrıldıktan sonra, şu an barış hâlinde iç içe yaşayan Hıristiyan ve Müslüman köylerinin arasından geçiyoruz. Yol kenarlarında etleri, dükkanların önlerine taktıkları kancalara asmış kasap dükkanları… Bazıları koyun-inek eti satarken, bir çoğu ise hınzır eti satıyor. Çünkü bu bölgeler, Hıristiyan köylerinin bulunduğu topraklar… Hemen her dükkânda içki satılıyor, zaten şu an ülkede içkisiz bir lokanta vb. bulmak mümkün değil… Komünizm, halkı uyutmak ve uyuşturmak için, hâkim olduğu hemen her ülkede uyguladığı politikaları burada da uygulamış.
Dört milyonluk Arnavut halkının % 70’i Müslüman, % 30’u Hıristiyan… Ancak yoğun olan bu Müslüman nüfusu, kendi içinde bölmek için sistemli bir politika yürütülüyor. Tarihî bir geçmişi bulunan Bektâşî tarîkatı, İslâmiyet’ten bağımsız ayrı bir “din” olarak lanse ediliyor. Yani sadece Sünnîler Müslüman, Bektâşîler ise üçüncü bir din… Böylece Müslümanların % 70’lik nüfusu, bir anda % 30-35’e düşüyor. Kâğıt üstünde oynanan bu oyunla toplumun hâkim unsuru olan Müslümanlar, bir anda azınlık konumuna indirilmeye çalışılıyor.
Türkiye’de okumuş ve Arnavutluk’a dönüp hizmet etmekte olan şoförümüz Rıdvan Bey’in yol boyunca verdiği bu bilgiler eşliğinde, bir buçuk saatlik yolculuğumuz tamamlanıyor ve Arnavutluk’un kuzeyindeki İşkodra’ya (Shkoder) varıyoruz. Burada “köşk” adı verilen misafirhâneye yerleşiyoruz.
“Köşk”te…
Bu köşkün çok hoş bir hikâyesi var. Burası eskiden sıradan bahçeli bir evmiş. 1800’lü yıllarda burada oturmakta olan Davut Baruçi, bu bölgede tanınan, sevilen, muhterem bir âlimmiş. Bir gün kendisini İstanbul’a dâvet etmişler. Buradaki bir kız meslek lisesine müdürlük yapması için… O da yapılan dâveti kabul etmiş ve 14 yıl boyunca İstanbul’da, bu lisede görev yapmış. Daha sonra emekli olarak memleketine dönmüş. Aradan yaklaşık yüz elli yıl geçmiş. Bu evin mirasçıları konumunda olan torunlar, çocuklar çoğalmış. Bu evi satışa çıkarmayı düşünüyorlarmış. Kendi aralarında anlaşıp içlerinden en yaşlı olan hanıma bu yetkiyi vermişler. İşte tam bu sırada Arnavutluk’ta dînî hizmet ve faaliyetlerde bulunan İstanbul Derneği, kendilerinden bu evi ve bahçesini almak istemiş. Bu yaşlı hanım, evi niçin almak istediklerini sormuş. Onlar da burada bir kız mektebi açmak istediklerini söyleyince, Davut Baruçi’nin torunu olan bu hanım, seve seve bu tekliflerini kabul ettiğini bildirmiş ve dedelerinin başından geçenleri anlatmış. Böylece bir hizmet erinin evi de, ölümünden yıllarca sonra böyle bir hizmetin mekânı hâline gelmiş.
İşkodra Kız Medresesi
İşte biz de ofis ve yemekhâne olarak kullanılan bu köşkte misafir olduk. Bu köşkün bahçesinde, 7 katlı bir Kız Medresesi (İmam Hatip Lisesi) yapılmış. İlk defa karışık olarak 1990 yılında eğitime başlayan bu okul, 2001’de kız ve erkek bölümleri şeklinde ikiye ayrılmış.
Hâli hazırda 35’i yatılı olmak üzere 420 talebesi bulunan bu okulda, dînî derslerin yanı sıra normal okul müfredâtı da uygulanmakta… Böylece burayı bitirenler, aldıkları diploma ile Arnavutluk’taki bütün üniversitelere girebilmekteler. Hatta denklik bulunduğu için Türkiye’deki üniversitelere de kabul edilmekteler.
Oraya varış tarihimiz olan 31 Ocak Perşembe günü, okulların birinci döneminin son gününe denk geldiği için, öğrencilerle görüşmemizi okulların açıldığı Pazartesi gününe erteliyoruz.
Buradaki rehberimiz Evans (Salih), bu birkaç gün içinde bize İşkodra ve civarını gezdiriyor. Halkla ve kimi öğrencilerin âileleriyle görüşmek için randevular ayarlıyor.
Cuma günü Osmanlı’dan kalma “Kurşunlu Câmii”ni ziyaret ediyoruz. Burası, minaresi yıkılmış bir küçük Osmanlı camii… Bursa’da, İstanbul’da görmeye alıştığımız tek kubbeli, revnaklı şirin bir camii… Çok ufak çaplı bir restorasyon ve temizliğin ardından ibâdete açılmış. Ancak daha ciddî bir bakıma ihtiyacı olduğu kesin… Avlusunda Osmanlı mezar taşları ve kitâbeleri, tarihin hışmından zor kurtulmuş gibi kenarda bucakta kendilerine yer bulmuşlar.
Oradan Cuma namazını kılmak üzere Tophâne Camii’ne gidiyoruz. Burada imamlık hizmeti veren Muhammed Sutari Bey’le tanışıyoruz. Kendisi Suriye’de okumuş, Türkleri çok seven bir kardeşimiz… Bizi, âdeta bağrına basıyor. Cemaate sitayişle Türkiye’den gelen misafirlerden bahsediyor ve daha önceden hazırladığı hediyelerle bizi mahcub ediyor.
Burada Türkler’e ve Osmanlı’ya karşı -bütün kötü propagandaya rağmen- ayrı bir sevgi var. Onların tarih boyunca hep yanlarında olduklarını, kendilerinden yardım ve desteklerini hiç esirgemediklerini söylüyorlar. Biraz minnet, biraz da şükranla yâd ediyorlar.
Muhammed Sutari Bey, Müslümanların % 90’lara ulaştığı İşkodra’da, çok güzel hizmetlerde bulunan birisi… İslâmiyet hakkında 8 kadar kitap yazmış. Makalelerini yayınladığı “Udha İslame” adlı İşkodra Müftülüğüne bağlı dergide, hem İslâmiyet’le ilgili, hem de tanınmış Müslüman âlimler hakkında bilgiler veriyor. Ayrıca hanımı, İşkodra’da ilk örtülü hanımlardanmış. Suriye’den İşkodra’ya ilk döndüklerinde insanlar, daha önce tam tesettürlü bir hanım görmedikleri için dönüp dönüp kendilerine bakıyormuş. Yine bu bölge için bir ilk olan “içkisiz düğün” de Muhammed Sutari’nin düğünüymüş. Muhammed Bey, şu anda başka bir ilkin peşinde… “İlk içkisiz internet cafe”nin… Ortaklarından biri olduğu bu cafe’yi kurmak da, işletmek de çok zor… Çünkü burada içki o kadar yaygınlaşmış ki, içkisiz bir lokanta veya cafe işletmek mümkün değil.
Bir gayretkeş insanı daha tanıtmadan geçemeyeceğim: İşkodra eski müftüsü Şeyh Hacı Fâik Hoca… Kendisi, diktatör Enver Hoca zamanında bile din hizmetlerini devam ettiren büyük bir din âlimi… Hatta komünizmin dişlerini iyice hissettirdiği bir gün, kendisine Enver Hoca’dan bir teklif gelir:
“Cübbeni giy, İşkodra meydanına çık ve avaz avaz:
«-Ey insanlar, toplanın. Ben İşkodra müftüsü Faik Hocayım. Şu ana kadar size yalan söyledim. Aslında “din” diye bir şey yoktur. Allah yoktur. Âhiret yoktur.» bağır, seni, ilelebet yaşatayım. Müftülüğün de devam etsin, devletin yardımları da…” diye…
Ancak Hacı Fâik Hoca bu teklife şiddetle karşı çıkar. Dinini, nâmus ve itibarını böyle bir alışverişte yitirmek istemez. Âdeta âhiretini satıp dünyayı kazanmak istemez. Bunun mukabilinde Enver Hoca, kendisini müebbet olarak zindana atar. Burada yıllarca hapis hayatı yaşayan Hacı Fâik Hoca, komünist Enver Hoca’nın ölümüyle birlikte zindandan kurtulur ve kaldığı yerden yine din hizmetlerine devam eder.
Burada tanıştığım insanlar arasında birisinden daha bahsetmeden geçemeyeceğim. Evlerine misafir olduğumuz bir saatçi olan Şerafettin Nikşici Bey, benim şahsımda bütün Müslümanlara şu soruyu sordu:
“-Hıristiyanlar, misyonerlik faaliyetleri için çok büyük bütçeler ayırıyor ve çok seçkin insanlardan din adamları yetiştiriyorlar. Bunların içinden de en zekî, en kabiliyetli ve en ahlâklılarını misyoner olarak başka ülkelere gönderiyorlar. Bunlar gittikleri ülkelerde, Hıristiyanlığı o kadar güzel temsil ediyorlar ki, onları görenler, bu bâtıl dine imrenip Hıristiyan olmak istiyorlar. Biz, Müslümanlar, ne zaman en zekî, en ahlâklı ve en kabiliyetli insanlarımızı, dini temsil için yetiştireceğiz. Bizim dinimizi hep zayıf ve düşük profildeki insanlar mı temsil edecek? Neredesiniz ey kardeşlerim?!”
Açıkçası bu soru, çok hayâtî bir soru… Bilhassa misyonerlerle iç içe olan topraklarda insanların eriyip gitmesini istemiyorsak, bu sorunun cevabını bir an önce vermeli ve gereğini yapmalıyız.
Kruya Şehri ve İskender Müzesi
Cumartesi günü, eski başşehir Kruya (Kruja) ile yeni başkent (1920’de) Tiran’ı ziyaret etmek üzere İşkodra’dan ayrıldık. Sarp kayalar üzerine kurulmuş olan Kruya Kalesi’ni ve çarşısını ziyaret ettik. Tipik bir Osmanlı çarşısının içinden geçerek harâbe hâline gelmiş olan kaleye çıktık.
Deniz seviyesinden 608 m. yükseklikte olan bu kalede, Fâtih Sultan Mehmed’in 1503’te yaptırmış olduğu câmiden geriye sadece minaresinin kalıntıları kalmıştı. Fatih Sultan Mehmed, Kruya’ya iki defa gelmiştir.
Fâtih’in gelişleri esnasında yaptırdığı bu câmiye nâzır, 1982’de devlet eliyle büyük bir “İskender” müzesi yaptırılmış. 2400 yıl önceki “İlire Kavmi”nden başlayarak bugüne kadar Arnavutluğun tarih boyunca geçirdiği safhalar, savaşlar, istilalar bu küçük müze/kalede özetlenmiş oluyordu. Müzeyi bize Türkçe konuşarak gezdiren rehber, buranın üstten bakıldığında Arnavutluk’un sembolü olan taştan “çift başlı kartal” şeklinde inşâ edilmiş olduğunu söyledi.
İskender, Arnavutluk tarihinde çok önemli bir şahsiyet… Arnavut halkı, genel olarak onu model kahraman olarak görüyor. Müzeyi gezdiren rehberin verdiği bilgiye göre, asıl adı Gjergj Kastrioti… Yeniçeri Ordusu’nda devşirilerek Müslüman oldu ve İskender ismini aldı. 1418’den 1438’e kadar Fatih Sultan Mehmed’le beraber Edirne Sarayı’nda 20 yıl eğitim gördü. 1438’de II. Murat tarafından Kruja Beyi olarak Arnavutluk’a geri gönderildi. Arnavutluk’a döndüğünde dağınık olan prensleri birleştirdi ve Osmanlı’ya isyan etti. Arnavutluk’un bağımsızlığı için 25 yıl boyunca (1443-1468) Osmanlılar’la 26 savaş yaptı. Bu savaşlar esnasında Avusturya, Macaristan, İtalya, Sırp, Vatikan vb. Batılı devletlerinden de birçok yardımlar gördü. Ancak bir türlü Osmanlılar’a gâlip gelemedi. Bu mücadele dolu hayat, 63 yaşında sıtmadan ölene kadar bu şekilde geçti. (1468)
Batılılar, İskender Bey öldükten sonra da ona sahip çıkmış ve onun hakkında bine yakın eser telif etmişler. Bunların pek çoğu, İskender Bey’e tahsis edilen bu müzede bir araya getirilmeye çalışılmış.
Sonradan öğrendiğimize göre, İskender Bey’in Edirne’de yetiştirilmesinin sebebi, Peygamber Efendimiz’in İstanbul’dan sonra gösterdiği ikinci hedef olan Roma’nın fethine yardımcı olmasıydı. Ancak o, âdeta bu nebevî hedefi unutarak, kendi devletini kurmanın peşine düşmüştür.
Ne diyelim, tarih ibret almak içindir. Geriye dönüp tarihi değiştirmek mümkün olmadığına göre gelecekte aynı hataları tekrar etmemek üzere tarihten dersler çıkarmalıyız.
Bu kalenin içinde bir Etnografya müzesi, bir de Bektâşî Tekkesi var. Bu tekke de elden geçirilmiş, düzenlenmiş. Âdeta gizli bir el, bu topraklarda şu anda bile ihtilâfları körükleyip Müslümanların birliğini parçalamaya çalışıyor.
Bu kalenin içinde bize eşlik eden Kruya Müftüsü İslâm Bey ile müftü yardımcısı Buyar Bey’ler, Kruya hakkında bilgiler verdiler. Kruya’dan sonra Tiran’a birkaç saatlik bir seyahatimiz oldu. Geceye kalmamak için bir an önce İşkodra’ya geri döndük.
“Etika” ve “Progres”
Pazar günü, Arnavutça Altınoluk’un (Etika) yayınlandığı “Progres” (ilerleme, gelişme mânâlarına geliyor) adlı merkezi ziyaret ettik. Burası, derginin hazırlandığı odaların yanı sıra konferans ve seminer salonlarıyla bilgisayar, dershâne vb. bölümlerden oluşmaktaydı. Daha sonra Osmanlı’nın İşkodra yakınlarında Drin Nehri üzerinde inşa ettiği Mess Köprüsü’nü gördük.
Hacı Şeyh Şamia Erkek Medresesi
Pazartesi günü ise, gerek kız medresesini, gerekse erkek medresesini ziyaret ettik. Bu medresede (imam hatip lisesinde) de 330 adet öğrenci var. Okul müdürü, 30 yıllık eğitimci ve idareci Quitim (Şerif) Derviş Bey, İşkodra’da 250 adet okul içinde din eğitimi veren tek okulun kendi medreseleri olduğundan bahsetti. Konuşması sırasında:
“-Demokrasi ile birlikte, batıdan ülkemize pek çok hastalıklar geldi. Sigara, alkol, fuhuş vb… Ancak İşkodra halkı, bundan çok az zarar gördü. Çünkü bu bölge, diğerlerine göre nisbeten daha dindar ve geleneklerine bağlı. Âileler, çocuklarını bu medreseye gönderebilmek için sıraya giriyorlar. Okula kendileri getiriyor, talebelerin çıkışında da kapıda bekliyorlar. Bu yüksek sınıflardaki öğrenciler için bile geçerli… Sırf bu hâdise bile âilelerin çocuklarının üzerinde ne kadar titrediğini göstermektedir.” dedi.
İstanbul Derneği
Yukarıda anlattığımız İşkodra’da bulunan kız ve erkek medreselerinin dışında, pek çok hayır faaliyetine imza atan bu dernek, Türk-Arnavut halkının kaynaşmasına da çok büyük hizmetlerde bulunmaktadır.
Cilokastra’da, tamamı yatılı 60 kişilik erkek medresesinin bütün masraflarını karşılayan İstanbul Derneği, ülkenin farklı bölgelerinde 11 adet yaygın eğitim merkeziyle faaliyetlerini devam ettirmektedir.
Ortak Bir Tarih ve Ortak Bir Dil
Arnavutluk, yaklaşık 500 yıllık ortak bir tarihimizin olduğu bir ülke… Buradan pek çok Türk ve Müslüman âilesi Balkanlar’a gitmiş, yerleşmiş; oradan bir çok âile Anadolu’ya gelmiş. Yüzyıllar boyunca kız alıp vermişiz, beraber yemiş-içmiş, beraber eğlenip birlikte hüzünlenmişiz. İşte bu ortak medeniyetin bir nişânesi de konuşmaların arasına serpiştirilmiş kelimeler… Konuştukları Arnavutça’nın içinde, şu an konuştuğumuz Türkçe ile aynı telaffuz ve aynı mânâya gelen ortak o kadar çok kelimemiz var ki… Biz, kısa bir dikkatle pek çoğuna tesadüf ettik. Belki bu konuda ciddî inceleme ve araştırmalar yapılsa, kat kat fazlasına ulaşılabilir. İşte Arnavutça’da aynı mânâda kullanılan bazı ortak kelimelerimiz:
Salep, çay, kadayıf, baklava, salata, yavaş yavaş, halı, kilim, cüzdan, yatak, çarşaf, pantolon, ceket, saat, belâ, yorgan, yastık, pencere, tencere, tamam, tarhana, helva, çanta, eyvallah, köfte, terasa (teras), padılcan (patlıcan), hava, uti (ütü), kumaş, pilav, bilezik, şeker, cep, domates, patates, sokak, futsan (fistan), ricam (rica ederim), kısmet, buyurun, havlu, soba, selpak, kaba, kuti (kutu), elektrik, kalabalık, helâl, zor, kolay, fabrika, dükkân, ümür (ömür), müzik, hayvan, reçel, turşu, çorba, kova, imambayıldı, yaprak (sarma), kahve, berber, kumandan, inat, mandalin (mandalina), portakal, limon, maydanoz, banyo, tuvalet, çadır (şemsiye), rahmet, Allah kabul etsin, kale…
Şum Faleminderit
Bu kadar kısa bir seyahat ve birkaç sayfalık yazı ile Arnavutluk’u anlamaya ve anlatmaya imkân yok, elbette… Biz, sadece tarihe bir not düşmeye çalıştık.
Bize bu kardeş ülkeyi ziyaret etme imkânı sağlayan IBS’e, Arnavutluk’ta hizmet veren İstanbul Derneği’ne ve onun kurucularından Rafet Bilaç, Şaban Büyükdere ve Ömer Güzelyazıcı’ya, bizi en güzel bir şekilde ağırlayan Şuayb Başhan Bey, rehberlik ve tercümanlığımızı yapan Evans ve Rıdvan Beylere… Ayrıca hanım kardeşlerimize refakat edip yardımcı olan Elif, Deniz, Meysere, Fatma ve Hümeyra hanımlara en samimi teşekkürlerimizi sunmakla yazımı tamamlıyorum.
Son olarak Arnavutluk’un cömert, hayırhâh ve fedakâr halkına, bize evini ve gönlünü açan bütün kardeşlerimize ayrı ayrı teşekkür etmeyi bir borç kabul ediyoruz. Allah hepsinden râzı olsun. Ecirlerini zâyî eylemesin.
Bu teşekkürü, orada öğrendiğimiz nâdir kelimelerden birisi ile ifade edecek olursak “Şum Faleminderit” diyebiliriz.
YORUMLAR