İslâm tarihinin sahâbe devrinden sonra en ihtişamlı dönemini teşkil eden Osmanlı Devleti, pâdişâhından çobanına kadar bütün müʼmin halkının müstesnâ bir Peygamber aşkıyla temâyüz ettiği bir devlettir. Nitekim Peygamber Efendimiz r’e, her adı zikredildiğinde cân u gönülden salât ü selâm getirmenin yanında, büyük bir hürmet hissiyle elini kalbinin üzerine koymak, O’nun mevlid-i şerîfi okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız ihtiram tezâhürünün en mükemmel örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki pâdişahlar, bir örf hâline getirerek yaşamışlardır. Yine Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen mektupları öpüp yüzüne-gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.
Bu sebeple denilebilir ki, altı asır İslâm’ın sancaktarlığını îfâ eden ve dünyaya İslâm’ın zarâfet, fazîlet ve güler yüzünü göstererek hak ve hukuk tevzî etme şerefine nâil olan mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın, Peygamber Efendimiz r’e karşı sahip olduğu gönül hassâsiyeti, meydana getirdiği yüksek medeniyetten çok daha muhteşemdir. Zira onlar, asıl sultanlığın O Âlemler Sultânı’nın eşiğinde sâdık bir hizmetkâr olabilmekle gerçekleştiğini çok iyi idrâk etmişlerdir. İşte o gönül hassâsiyetlerinden birkaç misâl:
Allâhʼın yüce ismini ve dînini bütün cihâna duyurma gâyesiyle seferlerden seferlere koşan Osman Gazi, hayatı boyunca dünyalık nâmına değil, Allah rızâsı ve Peygamber aşkı uğruna mücadele etmiş ve torunlarına da bu ideali en büyük miras olarak bırakmıştır. Hattâ bastırdığı ilk Osmanlı akçesinin üzerine bu ideali ifade etmek üzere Efendimiz r’in ism-i şerîflerini yazdırmıştır.
Haremeyn-i Şerîfeyn’e hizmet vazifesinin, henüz Osmanlıʼya ihsân olunmadığı günlerde II. Murad Hân’ın bıraktığı şu vasiyet, Allâh’a ve Rasûlü’ne olan derin muhabbetini göstermesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:
“بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Tevekkülüm Hâlık’ımadır. Allâh’a hamd olsun. Efendimiz Muhammed Mustafâʼya salât ve selâm olsun.
Her nefis ve herkes ölümü tadacaktır. Sizleri dünya hayatı mağrur etmesin, gururlanmayın, büyüklük Allâh’a mahsustur.
Saruhan vilâyetinde bulunan malımın (on bin altın) üçte birinden; üç bin beş yüz filori Mekke fukarâsına ve diğer üç bin beş yüz filori Peygamberimizʼin şehri Medîne fukarâsına harcansın. Ondan beş yüz filori yine Mekke ahâlisinden Kâbe ve Hatim arasında toplanarak yetmiş bin kere «Lâ ilâhe illâllah» kelime-i tevhîdini zikredip sevâbını adı geçen vasiyet sahibine bağışlayanlara ve Kur’ân-ı Kerîm’i defalarca hatmedip, sevâbını vasiyet sahibine hediye edenlere harcansın. Geriye kalan iki bin filoriden beş yüzü Mescid-i Aksâ’da, Kubbetüʼs-Sahrâʼda yetmiş kere; «Lâ ilâhe illâllah» kelimesini ve defalarca Kur’ân-ı Kerîm’i okuyanlara harcansın!” (Mustafa Necati Bursalı, İslâm Büyüklerinin Vasiyetleri, s. 131-132)
Yani, “seven, sevdiğinin her şeyini sever” hükmünce, ecdâdımız da, Peygamber Efendimiz’i seven, bulunduğu beldelerde yaşayan ve hizmetinde bulunan herkese karşı ayrı bir muhabbet, edep ve hürmet göstermişlerdir. Nitekim müjde-i peygamberîye nâil olma azmiyle İstanbulʼu fetheden Fâtih Sultan Mehmed Hânʼın fetihten sonraki ilk icraatlerinden biri, Peygamber Efendimiz’in mihmandârı Ebû Eyyûb el-Ensârî t Hazretleri’nin, zamanla kaybolmuş olan kabrini hocası Akşemseddin’e keşfen ve kerâmeten buldurarak üzerine bir türbe, yanı başına da bir câmi yaptırmak olmuştur.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’daki bu engin muhabbet, oğlu II. Bayezid’e de aksetmiştir. Nitekim II. Bayezid, kendisine büyük hürmet gösterdiği Hak dostu Baba Yusuf’u, hacca uğurlamak için ayağına kadar giderek ona bir miktar altın teslim etmiş ve:
“‒Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tâhire’nin kandilleri için harcayınız!” buyurmuş ve şöyle ilâve etmiştir:
“‒Allah Rasûlü r’in huzuruna varınca; «Ey Allâh’ın Rasûlü, günahkâr kul Bayezid’in size selâmı var. Bu altınları türbe-i şerîfinizin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurursanız.» deyiniz!”
Baba Yusuf, gözyaşları içinde Allah Rasûlü r’e Sultan Bayezidʼin bu arzıhâlini aynen iletmiş ve Mescid-i Nebevî’nin kandillerinin yağı uzunca bir müddet bu altınlarla alınmıştır. II. Bayezid bu altınları kendi eli ile yaptığı el işlemelerini pazarda gizlice sattırarak biriktirmiştir. (Ziya Demirel - Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, Ankara 2009, s. 41)
Bu muhabbet kâfilesinin mümtaz yolcularından bir diğeri de I. Ahmed Hân’dır. I. Ahmed, Rasûl-i Ekrem r Efendimizʼe, o derece âşık bir gönle sahipti ki, her gün “mukaddes emânetler”i ziyaret eder ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne-gözüne sürerek dakikalarca ağlardı. Bununla da iktifâ etmeyip, Peygamber Efendimiz’in kadem-i pâkʼinin / mübârek ayak izinin bir maketini yaptırmıştı. Onu kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışıyordu. I. Ahmed Hânʼın yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar da, onun Efendimiz rʼe duyduğu derin muhabbeti ne güzel aksettirmektedir:
N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülʼün…
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
Yine sultan I. Ahmed, her gün sabahleyin bir kâğıda büyük bir hürmetle “Muhammed” ism-i şerîfini yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:
“Benim büyüklüğüm, tâc sahibi olmakla değil, Sen’in ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır yâ Rasûlâllah!”
Ve yine o Peygamber âşığı sultan:
“−Rasûlullâh’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir.” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
Sultan I. Mahmud, âşık gönüllerin Efendimiz r’e olan hasretlerini bir nebze de olsa dindirebilmek ümidiyle Eyüp Sultan Türbesi’ne, Allah Rasûlü’nün mübârek ayak izini koydurmuştur. (Ziya Demirel - Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, s. 89)
Sultan II. Mahmud döneminde ise, Ravza-i Mutahhara’nın yıpranan kısımlarının tamiri ve Yeşil Kubbe’nin yenilenmesi söz konusu olunca, işinin ehli mimar ve ustalar, Pâdişah emriyle derhal Medîne-i Münevvere’ye gönderilmiştir.
Bu mühendis ve mimarlar, kendilerine tevdî edilen bu nâzik vazifeyi, Efendimiz r’in rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden yerine getirebilmek için, tâmirat sırasında hiç dünya kelâmı konuşmamak üzere anlaştılar. Sonra da kendi aralarında şöyle bir dil geliştirdiler:
“Sen, «Bana tuğlayı uzat yerine; Allah!» de. Ben, «Su ibriğini uzat yerine; Bismillah!» diyeyim. Sen, «Çekici uzat yerine; Lâ ilâhe illâllah!» de…”
Böylece Yeşil Kubbe, âdeta bir zikir meclisinin feyiz ve rûhâniyet iklîmi içerisinde inşâ edildi. Bu şerefli hizmette bulunan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular. Yine bu tâmir esnâsında gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağlamaları, misli görülmemiş birer edep ve ihtiram numûnesidir.
- Mahmud da bu ulvî hizmeti kendisine nasîb eylediği için gözyaşları içinde Cenâb-ı Hakk’a hamd ile şükretmiştir.
Peygamber muhabbetiyle dolu gönüllerden biri de Abdülmecid Hân’dır. Öyle ki, gönlünde yanan muhabbet ateşini bir nebze de olsa hafifletmek düşüncesiyle kendisi için, Medîne’de bir Mescid-i Nebevî maketi hazırlatılmıştır. Bu maket o kadar gerçekçi yapılmıştır ki, Efendimiz’in türbesinin kubbesi çıkarılınca binâsı, o da çıkarılınca mübârek sandukaları görülebilmektedir. Bu maket İstanbul’a gönderilip pâdişâha hediye edilmiştir. Hediyenin mânevî değeriyle son derece mesrûr olan Sultan, maketi edeple saklamış, o mübârek beldeleri görememenin hasretini bu maketi öpüp koklayarak gidermeye çalışmıştır.
Ecdâdımızın Hazret-i Peygamber r Efendimiz’e olan hürmet ve tâzîminin sayısız misâllerinden bir diğeri de şudur:
- Abdülhamid Hân, Peygamber âşığı müʼminlerin, O Âlemler Sultânıʼnın nurlu eşiğine yüz sürerek muhabbetlerini arz edebilmelerini kolaylaştırmak için İstanbul’dan Medîne-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmıştır. Öyle ki, tren yolunun istasyonlarını da sünnet-i seniyyeye uygun olması için Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir.
Ayrıca Medîne Tren İstasyonuʼnu Nebiyy-i Muhterem r Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek düşüncesiyle Kubbe-i Hadrâ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medîne içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplatmıştır. Keçe ile döşenen bu raylar da, Allah Rasûlü’ne duyulan hürmet ve muhabbet dolayısıyla günün belli saatlerinde gülsuyu ile yıkanmıştır.
Osmanlı’nın bu mukaddes beldelere yaptığı her hizmet, Şâir Nâbî’nin;
Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ r’in makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..” îkâzıyla başlayan na’tinde dâvet ettiği edep, hürmet, muhabbet ve hassâsiyetin âdeta müşahhas birer ifâdesi mâhiyetinde gerçekleşmiştir.
Velhâsıl ecdâdımız, Efendimiz r’i kalplerinde öyle müstesnâ bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından, yazdıkları na’tlere kadar her sahada O’nun adını zikretmeyi ve şefâatini dilemeyi bir düstûr hâline getirmişlerdir.
Bizler de Kânûnî Sultan Süleyman’ın Peygamber muhabbetiyle dolu gönlüne tercümân olan şu duygulu mısrâlarıyla sözlerimize son verelim:
Nûr-i âlemsin bugün hem dahî mahbûb-i Hüdâ[1],
Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ![2]
Gitmesin nâm-ı şerîfin bu dilimden dembedem,[3]
Dertli gönlüme devâdır can bulur ondan safâ.
Umarım her adın başka şefaât eyleye,
Ahmed ü Mahmûd Ebu’l Kâsım Mustafâ!
Âmîn…
[1] Mahbûb-i Hüdâ: Allâh’ın sevgilisi, Hazret-i Muhammed r.
[2] Cüdâ: Ayrı düşmüş, uzak kalmış.
[3] Dembedem: Dâimâ, vakit vakit.
YORUMLAR