Sultan İle Minik Kuş

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, binbir masal gizlenir, tek bir masal içinde. Yaratılmış ne varsa, hepsi başka biçimde, yaşar giderdi uzak memleketin birinde.

Dağlar sıra sıra, ırmaklar şırıl şırıl, kuşlar cıvıl cıvıl iken, her nedense dertli, her ne hikmetle ise suskun bir minik kuş vardı. Cılız kanatlarının arasına alır küçücük başını, dalgın gözlerle uzaklara bakardı. Dünyaya gözlerini açtığı ilk günden beri, hâlinde bir başkalık görülmüş, kâlinde bir başkalık duyulmuştu ama, bu başkalık minik kuşu mutlu etmeye yetmemişti.

O, arkadaşları başları yerde arpa atıştırırken, arpa derdinden ayrı gökyüzüne bakar, bulutları uzun uzun seyre dalardı.

“–Âh!.. Ne gün uçacağım. Bulutların arasına ne gün karışacağım.” derdi,

Halbuki, diğerlerinden önce başlamıştı kanat çırpmaya. Uçamamak gibi bir meselesi yoktu aslında. Lâkin, “dahası”nda idi gözü. Daha yükseklere çıkabilmeyi arzu ederdi gönlü. Minik kuşun özlemi, öylesine büyüktü ki, zaman zaman yemeden içmeden kesilir, sesi soluğu kısılırdı. Onun bu hâlini gören annesi, tedirgin olur, üzülürdü ama, ne fayda. Bir kere gönle girdi mi sevdâ, kim ne yapabilirdi ki?

Geveze kargayı çağırdılar minik kuşun yüzü gülsün diye, olmadı. Karga ne söylese, ne dese, mahzûn bakışlar, yine mahzûndu. Aşçı bıldırcına ricâ ettiler en sevdiği yemekleri pişirmesi ve mutlu etmesi için, bir şey değişmedi. Bıldırcın ne yapsa, minik kuşun gagası, yiyemeyecek kadar yorgundu. Civardaki başka canlılardan yardım istediler. Kim ne etse faydasızdı. Doktor baykuş geldi, elinde ilâç çantasıyla tedavi etmek istedi, ama o da bir şey anlayamadı. Hikmet ehli kırlangıca danıştılar en sonunda.

“–Sen.” dediler, “çok yer gezdin gördün, bilgilisin. De hele, bu derdin çâresi nedir?”

Kırlangıç, önce şöyle bir süzdü, minik kuşu. Sonra, yavrusunun derdiyle dertli ananın yanına vardı, dedi ki:

“–Sen, yavrunu seviyor musun?”

Bu soruya içerledi ana kuş:

“–Bu, dedi, nasıl soru. Bir ana sevmezse, söyle, kim sever yavrusunu?”

Kırlangıç bir başka soru sordu hemen:

“–Onu, her arzusunu yerine getirecek kadar sever misin?”

Ana kuş heyecanla atıldı:

“–Sen ne dersin a kırlangıç! Elbet severim! Ben onu canımdan öte tutar, gerekirse onun için kendi canımı ortaya koyarım. Yavrumun bir tebessümü için, bin yıl ağlasam gam yemem! Ben, anayım!

Bu içli sözleri duyan kırlangıç, gözlerinde biriken yaşı, yorgun kanatlarıyla silerken, bir yandan da ana kuşa şunları söyledi:

“–Güzel ana! Görüyorum ki, sevgin pek engin. Yavrunun derdi, seni de yemede. O halde, tek çareyi söyleyeceğim sana. Bilesin ki, yavrunun devâsı, sevdâsını duyduğu göklerdedir. Bilesin ki, yavrun yanından uçmadıkça, hasret senin gönlünü dağlamadıkça, minik kuşun yüzü gülecek değildir. Onun bedeni burada ama, gönlü uzaklardadır. Gönlü bedeninden ayrı düşmüşün hâli, yavrunun hâli gibidir. Ko gitsin, sevdâsına kavuşsun. Umulur ki, senin duân ile uçması kolay, vuslatı tez olur.”

Ana kuş, bu sözler üzerine ağlamaya başladı.

“–Oy!” dedi, “Oy! Bu nice derttir ki, bizi buldu. Başka kuşlar, analarının kanatları altında neşe ile cıvıldaşır dururken, benim yavrum beni görmez, kanatlarımın sıcaklığını hissetmez oldu. Yüzü gülmeden, dili ötmeden kesildi. Halbuki önceleri, ne de güzel söyleşirdik. İki arkadaş gibi, nasıl da hâlleşirdik.

Yavrumun gözlerimin önünde tükenmesini seyretmektense, onun hasretiyle tükenmeyi yeğlerim. Şifâsı ayrı düşmemizi gerektirse bile, ses etmem, feryâdımı sîneme basarım. Hak bilir ki, ana yüreğini evlâdının ayrılığı delice yakar. Lâkin yanmaya da, kül olmaya da râzıyım. Yeter ki yavrumun yüzü gülsün.

Fakat, daha miniciktir. Kanatları inceciktir. Gönlü büyük arzuların peşine düşmüş olsa da, bedeni zayıftır. Kıymaz ki gönlüm onu yola koysun. İki uçar, üçüncüde hâlsiz düşer, korkarım. İki çırpar, üçüncüde kanadında fer kalmaz. Söyle be hey kırlangıç, yavrumun canına ziyân gelirse ne ederim? Yokluğuna dayanmaya râzıyım ama, uzaktan da olsa, güldüğünü bilmek isterim. O canından olduktan sonra, benim çektiğim ayrılığın ne anlamı kalır?”

Kırlangıç, ana kuşun inleyişini dikkatlice dinledi. Bir yandan da bilge yüzü, hüzünle gülümsedi. Dedi ki:

“–Ayrılıklar, hep böylesi yamandır. Seven için hasretlik sanki alevdir, nârdır.. Ama biliyorum ki, sen yanmaya râzısın. Senin dileğin o ki, yavruna bir şey olmasın. Yolu ve yolculuğu emîn olsun; hasretini çektiği yere, sağ sâlim kavuşsun istiyorsun. Bilirim ki, çekeceğin acının değil, yavrunun başına bir iş gelmesinin endişesi içindesin. Murâdın o ki, şifâ için çıkacağı hasret yolunda, yavrun, kurda kuşa yem olmasın.”

Ana kuş bu sözler üzerine:

“–Hay!” dedi, “gönlüne sağlık! Ne de güzel tercümânı oldun rûhumun. Söyle hadi! Kim olacak yoldaşı minicik yavrumun?”

Kırlangıç, yüzünde kendinden emin ve muhabbet dolu bir edâ ile cevap verdi:

“–Korkma! Onu öyle bir kanat götürecek ki, kırk ülkeye uçsa yorulmaz. Öyle bir kanat ki o, yıldırıma da, doluya da nazı geçer. Yavrunun dermânının tükendiği yerde, o alır, uçurur onu. Tasa etme! O kanadın altına sığınıp da giden, sadece şifâya değil, sefâya da kavuşur. O sefâ ki bütün âlem aramada, lâkin ona sadece, hasret çeken kavuşmada. Sanma ki başınıza gelen derttir. Şüphe duyma, emin ol ki, bu ancak Allâh katından verilmiş bir nimettir.”

Ana şaşkınlıkla bakındı kırlangıca. Bir şey anlamadı ama, dermanı bile cefâ olan bu derdin nimet oluşuna, yine de itiraz etmedi. Yavrusunun mutlu olacağı ümidiyle, kırlangıcın verdiği umuda sımsıkı sarıldı. Hatta nice zaman sonra gelen bu ümit karşısında, mutlulukla karışık bir acı içinde, hem güldü, hem ağladı.

Kırlangıç, yavrusunun huzura ermesi için, her şeyi yapmaya hazır olan bu fedâkâr ananın hâlinden çok etkilendi. Ve koca ömründe, “sevdiği için kendinden geçmeye râzı olmuş” ne kadar da az varlık tanıdığını hatırladı. Hiç farkında olmadan, bu nâdir güzelliği seyre dalmıştı ki, ana kuşun sorusuyla kendine geldi:

“–Ey kırlangıç! Ne diye yüzüme bakar durursun? Hadi durma, yavrum tez zamanda yola koyulsun!”

Anadan destur çıkar da, durmak olur mu? Kırlangıç, hemen minik kuşun yanına uçtu. Olanı biteni anlattı. Minik kuş, duyduklarının tesiriyle, günlerden sonra ilk defa gülümsedi. Sanki canına can geldi, kanına kan eklendi. Tez bitirdi hazırlığını. Anasının kanatlarına sürdü yanaklarını. Ana, yürekli göründü, ağlamadı. Yuvadan uçacağı için yüzü gülen bir yavruya, sitem ederdi belki başka bir ana olsaydı. Ama o, hayır duâ etti. “Sen mutlu ol da, sen huzurlu ol da, yeter!” dercesine baktı yavrusunun ardından. Ne zaman ki, minik kuş, gözden iyice kayboldu, işte o an, ana kuş, hıçkırıklara boğuldu. Dedi ki:

“–Sen ne güzel yavrusun! Yolun açık, üzüntün sürûr olsun!”

* * * 

Kırlangıç, emâneti ehline bir an evvel kavuşturmak için sabırsızlanıyordu. Zira emânete hıyâneti, büyük bir ayıp bilirdi. Ana kuşun kendisine duymuş olduğu güveni yıkmaktan Rabbine sığınarak, minik kuşu alıp yola koyuldu.

Üç gün sonra, cennet gibi bir bahçeye vardılar. Günlerce sürdüğünden yolculuk, pek yorgundular. Lâkin ikisinin de duracak hâli yoktu. Ve nihayet, huzur için, huzûra alındılar.

Minik kuş, huzura girer girmez, titremeye başladı. Karşısında duranın heybeti, aklını aldı. Aklı da gidince minik kuşta artık ne kalır? Zaten bedeni ince, kanadı cılız bir şey. Bir de baktı, sus-pus olmuş dili artık şakıyor. Minik kuş kendi hâline, herkesten çok şaşıyor. Dedi ki:

“–Senin bir tek bakışın, şu dilimi çözdü ya. Sana gelmenin sevinci, yüzümü güldürdü ya. Anam, evim, dostlarım, gözümde hiç olarak, hasretinin hançeri, yüreğimi deldi ya. Buyur heybetli sultan! Şu can sana kul olsun! Sen yürü, zayıf bedenim, ayağına yol olsun! Sen bana Yâr, ben sana köle olam.

Eğer bensem şu karşında konuşan, onu da sende öldür, kurban et gidiversin! Şu varlığım emrinle, yokluğa çıkıversin! Artık başkalarına bakmak olamaz bana, ki her baktığım yüzde, yine ancak sen ola. Bundan böyle başkası yok, sen varsın. Nefesim, kanım, uçtuğum kanatsın.”

Sultan, o kendine has, bambaşka nazarıyla, gülümsedi minik kuşa. Bu gülümsemeyle, minik kuşun nicedir lâl olan dili, temelli coştu:

“–Gün bu gün ki, Burak da sensin, son durak da. Başımı sana yasladım. Kanadımı kanatların karşısında kırdım! Teslimim işte, al, uçur beni. Eğer, senin varlığına rağmen, sen “korkma!” demene rağmen korkacak olursam, bu benim ayıbımdır. Her korkunun ardından, sırtımı yasladığım sensin.

Cehlime rağmen ukalâca davranır, sorgularsam emirlerini. Ve sonra aczimin bir değil bin kâinat kadar büyüdüğü demlerde, çaresiz ve suçlu bir çocuk gibi yine sana dönersem, bağışlar mısın beni? Kabuğunu beğenmeyen kestane olmak, ne korkunç! Eğer varlığımın ve yokluğumun yegâne sebebi iken, sana karşı densizlik edersem, bilirsin ki bu ancak, benim terbiyesizliğimdir. Bütün eksikliğime, çirkinliğime rağmen bana gülümsemen, edepsizliklerim karşısında sabır ve olgunluk göstermense, senin yüceliğinin şânıdır.

Zayıf kanatlarıma gücünden güç ihsan et. Ben, garip bir kuşum. Eğer, senden ayrı uçmaya kalkışırsam, ilk şimşekle kanatlarım tutuşur, ilk fırtınada oradan oraya savrulurum. Yolumu, yönümü şaşırır, helâk olurum.

Güzel Sultânım! Oysa sen, göklerin sahibiyle muhabbet edensin. Sen, en deli fırtınalara nazı geçensin. Sen yanımda olunca, ne rüzgârdan korkarım, ne doludan. Yol göstermene muhtâcım. Bu hâlimle senden nasıl ayrılabilirim? Senin ayrılığın, bana vurgun gibidir. Tut elimden! Uçur beni ne olur! Sen gülümse, her eziyet gül olur.

Bilirsin ki, yüzünü lutfedersen, herkesi bırakır, ancak sana bakarım. Yüzün, Cemâlullah’tan nûr, bakışın şifâdır senin. Şu âlemde zenginliğim, ancak nazarındır benim.

Sen, canıma can katan sultan! Başkaları, sevdiklerinden ayrılmaya dayanamazken, ben, senden ayrı kalmaya nasıl dayanabilirim? Azarlaman da gülmen de ne güzel. Bırakma beni. Her ayrılığın yarasına dayanırım ama, senden ayrılmanın acısı tüketir beni. Sevdiğinden ayrıldığı için ağıt yakıp feryât edenlere kızan gönlüm, acep senden ayrı düşerse, kınadıklarından bin beter olmaz mı?

Oy sultânım! Yoluna kul olayım! Sen uçurmazsan, ben nasıl uçayım?”

Gönül sultânı, hem inletti minik kuşu, hem de aslında kendisinin olan inleyişi, minik kuşa mâl eyleyip, inleyişinden ötürü kuşu methetti. Cömertti. Nicelerine, nice hâller hediye ederdi. Minik kuşa dedi ki:

“–Gel! Tutun bana! Bilesin ki bu andan sonra, sen bıraksan, ben bırakmam! Hadi! Sıkı tutun! Çok yükseklere, nicedir hasretini çektiğin yerlere götüreceğim seni! Arkana bakma artık! Hadi! Kapat gözlerini!

Ve geriye, sonsuz bir sürûrla uçmak kaldı.

Uçtular, uçtular, uçtular…

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle