Şükür, söz ve davranışlarla olur. Sözle yapılan şükür, en basit şekliyle “Elhamdülillah” diyerek hamd etmektir. Bu, şükrün ilk hâlidir.
Yapmış olduğu bu hamdin idrâkinde olmak, bu hamdi tefekkür ve zikirlerle arttırmak, şükrün bir ileri merhalesidir. Yediğimiz lokmanın bize ulaştığı âna kadar geçirdiği merhaleler, bizim vücudumuzda enerji ve harekete dönene kadar geçirdiği safhaları düşünmek tefekkürdür. Bunu zikir, yani Allâh’ı hatırlayıp anmakla taçlandırır, hiç olmazsa “Bismillah” deriz.
Şükrün bir başka şeklinin hâl ve davranışlarla olduğunu söylemiştik. Aslında Allâh’ın sayısız nimetlerine o nimetler cinsinden şükretmemiz gerekir. Eğer ilim sahibi bir kimse isek, ilmin şükrü, onu yaşamak ve başkalarına öğretmek şeklindedir. Eğer zengin, varlıklı bir kimse isek, malımızın zekâtını vermekle yetinmeden sadaka, infak, îsar gibi merhalelerle üzerimizdeki emânetleri Allah yolunda sarfetmeliyiz. Eğer Allâh’ın bizim üzerimizdeki ikramı gençlik ve sağlık ise, bu nimetler cinsinden kulluk ve insanlara hizmet yolunda çalışmalıyız.
O hâlde Rabbimizin kullarına ihsan ve ikramının çeşitliliği kadar, şükür ve kulluk yolu açıktır. Herkes, Rabbine giden bir yol bulabilir. Bazen yaptığımız bir hata ve günah bile bizi Allâh’a yaklaştırabilir. “İnsan, günahla Allâh’a nasıl yaklaşır?” derseniz, eğer işlediği günahın bir yasak olduğunu inkâr etmeden işlemiş ve sonra da içinde büyük bir pişmanlık duyarak, o hatadan bir daha işlememek üzere yüz çevirmişse, işte bu, Allâh’a yaklaştıran ve şükrü gerektiren bir hâldir.
İnsanın hayatı, sabır ve şükür dengesi üzerinde gitmelidir. Hayatın binbir türlü çile ve meşakkatlerine, “Bu, bana Rabbimin yazdığıdır!” diye tevekkül ve teslimiyetle boyun büken insan, sabrın zirvesindedir. Hazret-i Yâkub’un diliyle, “Ben hüzün ve şikâyetimi, sadece Allâh’a arz ediyorum.” şeklinde ifade edilen, sabrın bu zirve makamına erişmek, kolay bir şey değildir. Bütün hayat boyunca irili ufaklı pek çok sabır temrininden (alıştırmasından) başarıyla geçmek gerekir.
Hayatın bir de nimetlerle dolu yönleri vardır. Bu nîmet ve ikramlara muhatab olup da şımarmamak, azgınlaşmamak ve Allâh’a olan kulluğumuzu unutmamak; sıkıntılar karşısında sabretmekten daha zordur. Çünkü nîmet denizinde yüzerken, insanın nefsi çok daha azgın olur. Meşakket hâllerinde, açlık ve yoklukta ise, nefis, boynunu bükmüş, hâlsizleşmiştir. O hâlde zenginin, genç ve sağlıklı kimselerin şükrü; başka çaresi olmadığı için sabreden kimselerin sabrına bazen eşdeğer, bazen ondan da üstündür. Çünkü bir tarafta her türlü günah imkânı elinin altında iken, sırf Allâh’a kul olduğu için bunlardan yüz çeviren bir insan vardır; bir tarafta ise, elinden bir şey gelmediği için günahlara bakamayan bir insan… Elbette ilkinin imtihanı daha ağır, bunun mukabilinde karşılaşacağı ecir ve sevap da daha fazladır.
Şükür, bitmek bilmeyen bir şekilde devam etmelidir. Nasıl Allâh’ın fazl u ihsanı kesilmeden, aralıksız ve sayıya gelmez bir şekilde devam ediyorsa, insanlar da Allâh’ı anmak, O’na kulluk ve şükürde kendi takatleri nisbetinde devamlı olmalıdırlar.
Şükür, varlık ânında yapılmalıdır. Tıpkı sabrın ilk musibet ânında olduğu gibi… Gençlik hâli geçip gittikten sonra, ihtiyarlık zamanlarında “gençliğin şükrü” olmaz. Aynı şekilde varlıklı iken terk edilen şükür, fakirken yapılmaz.
Rabbimiz, hayat terazisinde sabır ve şükür kefelerindeki itidali kaybetmeyen, rızâsı istikametinde yaşayıp örnek bir hayat süren ve cennet ve cemâli ile şereflendirdiği kulları arasına bizleri de dâhil eylesin. Âmin.
YORUMLAR