İnsan olarak en büyük vazifemiz, Rabbimize olan şükür borcumuzu ödemeye çalışmak… Yoktan var edilmiş olmak, mahlûkâttan herhangi birisi değil de, varlıkların en şereflisi olarak yaratılmış olmak, Allâh’ı bilen, tanıyan ve seven bir insan olmak, Peygamberlerin seyyidi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olmak… Bunların her biri, başlı başına ömürlük bir şükrü gerektiren hususlar… Biz, Rabbimize gerektiği gibi şükretmekten âciz varlıklarız. 70-80 yıllık bir ömrü, yemeden içmeden başımız secdede geçirsek, yine de en küçük bir ilâhî nimetin şükründen âciz kalırız. Rabbimiz, insanların nasıl bir nîmet denizi içinde yüzdüğünü ifade etmek sadedinde şöyle buyuruyor:
“(O öyle lütufkâr) Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (faydalanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı, size faydalı kıldı. Geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.” (İbrahim, 32-34)
Allâh’ın insan olarak, Müslüman olarak, ümmet-i Muhammed olarak hem bu dünyada, hem de âhirette mazhar kıldığı nimetlerin sadece adlarını saymak bile bu kadar zor ise, bizim bu nimetler karşısındaki vazifemiz ne olabilir?
Rabbimiz, her şeyi kendisinin yarattığını, hiçbir şeye muhtaç olmadığını beyan etmiş ve kullarından rızık istemediğini, aksine hepsinin rızkını kendisinin takdir edip verdiğini hatırlatmıştır. O hâlde bizim bu nimetler karşısındaki vazifemiz, onları bize veren zâtı, yani Allah Teâlâ’yı bilmek, ona minnet ve şükür içinde kulluk etmek, emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat sürmektir. Bu, aynı zamanda bizim hem dünyamız, hem de âhiretimizde huzurlu, sağlıklı ve mutlu olmamızın yegâne yoludur. Çünkü Rabbimizin emir ve yasakları, insanın ruhunu, bedenini en güzel şekilde besleyecek, fıtratına en uygun hayat tarzı sunmaktadır. Allâh’a kullukta huzur, saadet ve gerçek hürriyet vardır. Allâh’a isyan, mahlûkâta veya nefsimize kulluk demektir ki, netice itibariyle bu kullukta da buhran, hayal kırıklığı ve elîm bir azab vardır.
Büyüklerimiz, Allâh’a kulluk hususunda da bize en güzel örneği sergilemişlerdir. İnsana verilmiş en büyük sermaye olan zamanı, en lüzumlu işlere tahsis etmişler; vakitlerini israf etmeden büyük bir titizlikle düzenlemişlerdir. Bu vakit disiplininde boş söze, boş işe yer yoktur. Allâh’ın hakkı olan haramlardan kaçınmak ve farzları îfâdan sonra, âilenin hakkı, toplumun hakkı teslim edilmiş ve nihayet insanın kendi ruh ve bedeninin de hakkı gözetilerek her hak sahibine hakkı verilmeye çalışılmıştır. Bu, kolayca ifade edildiği gibi, basit bir taksim değildir. Her an büyük bir firaset, dikkat, gayret ve emek gerektirmektedir.
Müslümanın hayatı, geceden başlar. Vakitlice yatıp seher vaktini teheccüd, Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbihatla değerlendiren Müslüman, ardından sabah namazıyla gününe başlar. Ev hanımı ise, evlatlarını ve eşini güleryüzle kaldırır, çocuklarını okula, zevcini de işe hazırlanmasına yardım eder. Ardından o gün yapacağı işleri düzenler. Evini, âilesini ihmal etmeden hayırlı işlerde öncülük eder; sabır, fedakârlık ve hizmet heyecanıyla gücü yettiği kadar insanlara faydalı olmaya çalışır. Biraz evvel saydığımız ölçülerde, her hak sahibinin hakkını edâ etmeye çalışır. Beyler de, iş hayatına tamamen dalmaz; evini, âilesini, ibadet hayatını ihmal etmez. Kısacası, her Müslüman, Allâh’ın mümtaz bir kulu olduğu şuurunda hareket ederek, insanlara ve dinine karşı sorumluluklarını mümkün mertebe yerine getirir. (Devam edecek)
YORUMLAR