Şükür, dînî kitap raflarında saklı kalmış… Ya da üstünkörü tekrar edilip duran bir ifade olmuş. Ama unutulan bir şey var ki; o da gerçek mânâda “şükr”ün pek çok problemin anahtarı olduğudur.
Şükür, gündemimizde hep tazeliğini koruyan bir konu olmalı aslında… Fert ve toplum açısından konuşulmalı ve sık sık bununla alâkalı müzâkereler yapılmalı… O zaman elimizin altında olduğu halde farkında olmadığımız büyük bir değeri keşfetmiş olacağız.
İlk olarak şükrün mânâsını bilmek lâzım. Şükrü bilmek için de “nimet”i bilmek gerek!.. Nimet, kendisinden faydalanılan, lezzet ve saadet veren maddî-mânevî her şey demek... Nimetin sahibini tanımak ise, şükrün ilk ve en mühim mânâsı... İkinci basamak ise, bu ihsanından dolayı Allâh’a hamd etmek ve nimeti, O’nun gösterdiği ölçülerde kullanmaktır.
* * *
İnsan, hiçbir şeyin sahibi değil! “Hiç” dediğimiz şey, yokluk ifadesi. Fakat en büyük varlığa sahip olmanın biricik anahtarı… Eğer insan hiç olduğunu bilirse, bu dünyanın en büyük bilmecesini çözmüş olur. Hiç olduğunu bilirse, bütün dünyanın önünde eğileceği kadar değerli olur. Hiç olduğunu bilirse insan, bütün dünyanın yükünü kaldıracak bir güce sahip olur. Hiç olduğunu bilirse insan, her şeyi vereni, üzerindeki sayısız nimetin sahibini tanımış olur. Yoklukta asıl varlığı bulur.
İnsan çoğu zaman sahip olduğu her şeyi, kendi çalışmasının karşılığı olarak görür. Ve her şeyi kendi gücüyle elde ettiğini düşünür. Nimeti vereni ilk inkâr eden İblis!.. Bilgisini, kendi varlığından bilip bununla Allâh’a isyan etti. Ve kendi günahına düşürmek için insana vesvese verdi. İnsanoğlunu çoğu kez küfre sebep olacak bir şükürsüzlüğe düşürdü. Nimeti unutturdu. Nimeti vereni de unutturdu.
İlk insandan bu yana insan realitesi değişmedi. Başka bir gezegende hayat mümkün olsa, yaşama şartları tamamen değişse de insan hırsıyla, nefsî arzuları, ihtiyaç, ümit ve üzerindeki nimeti kendi nefsine mâl etmesiyle yine aynı insan… Bu hakikat değişmez. Âd ve Semud kavimleri, binlerce asır önce yaşadılar. Onlar kayaları ve dağları oyarak herkesin hayranlığını cezbedecek saray yavrusu güzel ve görkemli evlere sahip oldular. Ve gözün görmekle mest olacağı nice nimetlere gark oldular. Fakat bu güzellikler, onlara Yaratan Rablerini hatırlatmadı, aksine onu hatırlamaya engel oldu. Ellerinde var olan her şeyi, kendi nefslerine izafe ettiler ve kibir krallıklarının kölesi oldular. Aynı realite, değişen şekilleriyle bugün de var ve dünya döndükçe var olmaya devam edecek. Gelin, birkaçını seyredelim:
Fakir Afrika’da açlık problemi aşılamamışken komşu gecekondunun ocağında bir çorba dahî kaynamazken hemen yanı başında lüks binaların içinde ne manzaralar yaşanıyor?! Yenmediği için çöplere atılan bebek mamaları, o da yetmezmiş gibi yine çöpe atılan köpek mamaları… 4-5 kişilik bir âileyi rahatça doyuracak kadar çöpe atılanlar yiyecekler…
Maddî güce sahip, şükreden bir insan, ne israf eder, ne de cimrilik... Hadîs-i şerîfte övülen “Ağniyâ-i şâkirîn” yani “şükreden zenginler”den ya da “fukarâ-i sâbirîn” yani “sabreden fakirler”den olabilenlere ne mutlu!.. Fakirlik ve zenginlik… Aslında ikisi birbirinin tamamen zıddı… Fakat onları ortak kılan, “eşit” hâle dönüştüren iki değer var: “Şükür” ve “sabır”… Zengin şükrederek, varlığından infak ederek makbul bir hâle dönüşüyor; fakir de hâline şükredip sabrederek…
Kapitalist düzen ise, ekran ve vitrinlerde bu ölçünün tam tersini telkin ediyor. Yani zenginlere: “Sakın elinizdekini paylaşmayın! Çünkü malın asıl sahibi sizsiniz. Daha çok kazanın! Ne kadar paranız varsa o kadar güç sahibi olursunuz! Emriniz altındakileri ezmekten çekinmeyin. Bugün güç sizde, fırsat sizde!.. İstediğiniz gibi yaşayın; size kim karışabilir. Nasıl olduğu önemli değil, her an daha fazla, daha fazla kazanın!.. Elinizdekinin azalmaması için de kimseye bir şey koklatmayın!..” diyor.
Fakirlere de şöyle telkinde bulunuyor:
“Sen durmadan çalışıyorsun, eline geçen ne? Böyle bir düzen olur mu? Sen de «bir şekilde» kısa yoldan köşeyi dönmeye bak!.. Onu kandır, bundan çal, çırp!.. Onların servetlerinde zaten senin hakkın var. Eğer her şeye başvurduğun hâlde eline bir şey gelmiyorsa, şikâyet et, yetmez!.. Saldır, talan et!.. İsyan et!..”
Bu düşünce tarzı da toplumu kutuplara bölen, iki tarafa da nefret ve bencillik aşılayan bir hayat tarzına dönüşüyor. Sonuçta, zenginle fakir arasındaki uçurum artırır. Toplumsal bir kangrene dönüşüyor. Fakirlerin yaşadığı gecekondular ile zenginlerin yaşadığı “özel güvenlikli” siteler, birbirinden ayrı dünyalar hâline geliyor. Birisi refahtan, israftan ne yapacağını bilmez hâle geliyor; birisi yokluktan, çaresizlikten…
İşte şükür, zengin ile fakir arasındaki dengeyi sağlıyor. Zekât, infak ve sadaka, hep şürün tezahürüdür. Dünyayı parselleyen güç ve sermaye odakları, “şükür” ve “paylaşma” şuuruyla yaşasalardı, değil Afrika kıtası, dünyanın hiçbir yerinde aç ve fakir kalmazdı!..
Yine çağımızın en büyük hastalıklarından biri, hırs ve tamah (açgözlülük)... Dünyalık menfaatinin olduğu her alanda insan hırs sahibi…
Nimetin farkında olmamak, kanaatsizlik hastalığını da peşi sıra getiriyor. Elindekini yeterli görmüyor ve daha, daha fazlası… Ulaşamadığında mutsuz, perişan bir hâlde ömrünü hebâ ediyor. Maalesef henüz evliliğin başında, hatta nişanlılık döneminde, sırf bu kanaatsizlik sebebiyle gül gibi yuvasını yıkanları biliyoruz.
Âile saadeti öyle basit şeylere indirgenir oldu ki!.. Kendisine hediye edilen altın setini beğenmeyip burun kıvıran, “illâ şu seti isterim!” diye tutturan nice kanaat fakirlerini duyuyoruz. Ya da alamadığı mobilya takımından dert yanıp duran kapris ve sitemleriyle damat beyin başında bomba gibi patlayan gelinler ve gelin adayları… Ve atılan yüzükler... İşte burada “şükür ilacı” şifâ olur kanaat fakirlerine...
Ninelerimizin mis gibi sabun kokan, çiçek gibi kanaviçe oyalı, sakız gibi sodayla ağartılmış takımlarını serdikleri sedirler hangi markaydı?! Bir tek mintancık çeyiziyle gelin olan anneannemin kulakları çınlasın. Hanımının parmağına bir yüzük dahî takamayan, emanet altınla nişanlanan dedeciğim de rahmetlere gark olsun.
Şükür üzere konuşulacak pek çok konu var. Yine bunlardan biri de güzellik nimeti... Üzerinde ısrarla durulması gerekli... Çünkü bu da yıkıcı sebeplerin başında geliyor. Güzellik yarışmaları ve gündeme yerleşen yüzler!.. Ve bu güzel yüzler üzerinden reyting rekorları kıran (!) televizyon kanalları!.. Bu isimlerin, en uçarı dönemlerini yaşayan gençlik üzerinde çok tesir gücü var. Dizi ve filmlerdeki karakter ve tavırları, âile saadetini zedeleyecek imajlarla dolu. Artık evli hanımlar, filan isimli artist gibi yakışıklılık, evli beyler de hanımından filan artist gibi bir güzellik bekliyorlar. Onun gibi giyinsin, onun gibi konuşsun istiyorlar.
Güzelliği veren kim?! Hayran olunan o yüzde 20 yıl sonra belirecek olan kırışık ve çizgiler, bu güzelliğin o kimsenin kendinden olmadığının en büyük delili... O hâlde güzelliğin şükrü nasıl olmalı? İffetle!.. Güzellik, iffetle birleşirse maddî sûret olmayı geçer, iki cihanda meyve verecek mânevî bir şahsiyete bürünür. Hanımların seyyidesi Fâtımatü’z-Zehrâ Annemiz gibi… “Dürr-i meknûn”, yani saklı inci!.. Hem güzel, hem insanların görebileceği kadar göz önünde, hem gözlerden fersah fersah uzak bir iffet âbidesi... Kıyamete kadar gelecek güzellere en canlı örnek!..
Allah Tealâ’nın günümüz insanına lütufta bulunduğu en mühim nimetlerden bir tanesi de bilim ve teknoloji… Hazret-i Âdem babamızdan bu yana bilgi mevcut. Fakat bugün kullanılan bilgi ve onun ürünü olan bilim ve teknoloji, insana kendini “yaratıcı güç” zannını verecek derecede bir prestij vaad ediyor. Aslında bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında küçücük bir damla… Lâkin insan, bildiğiyle mağrur olmayı seviyor. İlim, Rabbimiz’den bir lütuf… Makineler hayatımızı kolaylaştırıyor. Modern tedavi usûlleri, -Allâh’ın kaderi dâhilinde- ömrün uzamasına sebep oluyor. Evet, bütün bunlar güzel! Fakat bu nimetin de, nimet sahibi unutulduğu için insanlık aleyhine kullanıldığına üzülerek şahit oluyoruz. Nimet, şükürle taçlanmazsa, bir felaket haline gelebiliyor. Hayatımızın içine yerleşip bizi zehirleyen kimyasallar, nükleer enerjinin silaha dönüşmesi ve beraberinde getirdiği güçle ortaya çıkan, onbinlerce insanı bir anda yok ediveren büyük, acımasız savaşlar gibi…
Nimet, insana lutfedilmiş… Nimet, insanın hayatını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için verilmiş. Allâh’ı bulsun, Allâh’a kulluk etsin diye… Ama nimet, gereği gibi değerlendirilmeyince insanın aleyhine dönüyor. Hem bu dünyada, hem de âhirette… Çünkü insan, kendisine verilen bütün nimetlerden hesaba çekilecek!.. Hem de bir bir… O halde şükürler olsun, nimetlerin sahibine… Şükürler olsun, şükrü öğretip şükretmeyi nasip edene…
YORUMLAR