“…Sen Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”
(ez-Zümer, 66)
Şükür; karşılık vermek, yapılan iyiliği dile getirmek, iyilik sahibini övmek mânâsına gelir. Zıddı şükürsüzlük ve nankörlüktür. Yoktan var edilmiş ve türlü nîmetlerle çevrelenmiş olan bizlerin, maalesef dilimize pelesenk eyleyip üstünkörü tekrarladığı, fakat her an bu şuurla yaşamak konusunda gaflete düştüğü bir kelimedir şükür… Hâlbuki, Kur’ân-ı Kerîm’de önemine binâen yetmiş beş yerde geçen şükür, Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi “Îmânın yarısıdır.” (Süyûtî, I, 107)
“(O öyle lütufkâr) Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı. İzni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi. Nehirleri de sizin (faydalanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden Güneş’i ve Ay’ı, size faydalı kıldı. Geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.” (İbrahim, 32-34)
Şükür duygusunun en büyük kaynağı, sahip olduklarının farkında olmaktır. Kişi bilmelidir ki, verilen nîmetlerin asıl sahibi, Allah’tır ve bize lütufta bulunmuştur. Yani benliğine hiçbir pay çıkartmamalıdır insan…
“-Çalıştım, kazandım, benim, hak ettim!” değil;
“-Allah Teâlâ lütfetti, biz de sahip olduk! Verdikleri ve vermedikleri için şükürler olsun…” denilmelidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allâh’ın kendisine verdiği üstünlüğe hamd etmek… Böyle yapanları Allah, şükredici ve sabredici olarak yazar.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)
Verdiği nîmetlerden dolayı Allah Teâlâ’ya şükretmenin en güzel örneğini Rasûl-i Ekrem Efendimiz bizlere göstermiş, Cenâb-ı Hakk’a, ayakları şişinceye kadar ibadet etmiştir. Günahları bağışlanmış olan Kâinâtın Efendisi’nin kendini bu kadar yormasına gerek olmadığını düşünen Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e, yaptığı şeyin yerinde ve hattâ gerekli olduğunu anlatmak için de:
“Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştur. (Buhârî, Teheccüd 6, Rikâk 20; Müslim, Münâfikîn, 79-81)
Peki sadece “şükreden bir kul” olabilmek için ayakları şişinceye kadar namaz kılan, ibadet eden Peygamber’in ümmeti olan ve sayısız nîmetlere sahip olan bizler, kaç geceyi seccâde üzerinde sabah ettik? Nasılsın diye sorulduğunda “Çok şükür!” karşılığını veren bizler, gerçek mânâda çok şükrediyor muyuz?
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle buyurur:
“-Şükür, sadece; «Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!» demek değildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği nîmetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanmaktır. Şükrün en makbûlü ise, din kardeşlerine fayda veren (ictimâî) ibadetlerden (ve hizmetlerden) ibârettir.”
Nitekim Allah Teâlâ’nın şükürden murâdı, herkesin şükrünü sahip olduğu nîmetler cinsinden edâ etmesidir. Yani âlimler ilminden, gençler beden ve sıhhatinden, zenginler de mal ve mülkünden…
Şükretmenin en güzel hâli, nîmeti verene, O’nun istediği şekilde ibadet etmektir. O’nu zikir ve tesbih etmek, namaz kılmak, oruç tutmak; kibirden ve riyâdan uzak, engin gönülle sadaka ve zekât vermek, şükürdür.
Abdülkâdir Geylanî -kuddise sirruh- Hazretleri’ne göre şükür üç şekilde; lisan, kalp ve fiil ile olur:
Lisan ile şükür: Bütün nîmetlerin, Cenâb-ı Allâh’ın olduğunu îtiraf etmektir. Birçok vâsıta ile sana yapılan iyilikleri Allah tarafından bilmek lâzım; her şeyi veren, yaratan, yapan, getiren O’dur. Şükür, herkesten ziyade O’na lâyıktır. Sana hediye getirene mi bakmak lâzım, yoksa asıl hediyeyi gönderene mi? Vâsıtaya teşekkür edip minnettar kalacaksın, ama Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne şükredip minnetini takdim etmeyeceksin, öyle mi? Sebeplere takılıp işin hakikatinden gâfil kalmak, koyu bir câhillik ve dipsiz bir nankörlük sayılır.
Kalp ile şükür: Bu, bir îtikad hâlidir. Buna inanmalı ve sağlam bir mânevî bağ ile sarılmalıdır. İyi bilmelidir ki, içinde, dışında ve durup yürümekte ne gibi iyilik varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir lütfudur.
Fiilî olan şükür: Bütün âzâları ibadette kullanmakla olur. Allâh’ın emri hâricinde hiçbir şeye kulak vermemek ve nefse, şeytana ve şahsî arzulara uymamak gerekir.
Rabbimiz İbrahim Sûresi’nin 7. âyetinde şöyle buyuruyor:
“Yemin olsun şükrederseniz, elbette (nîmetinizi) artırırım. Yemin olsun nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir.”
Hazret-i Mevlânâ, bu âyetin şerhi makamında şöyle der:
“Nîmet insana gaflet verir. Şükür ise insanı gafletten uyarır. Allah Teâlâ’ya şükür tuzağıyla nîmet avlamaya bak…” (Mesnevî, c. III, 2895-2898)
Şükrün özü, kişinin acziyetini bilmesi ve emanetçisi olduğu, bildiği ve bilmediği, akıl edebildiği veya edemediği her nîmetin gerçek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunun idrâki içinde bulunmasıdır.
Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:
“-Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.
Allah Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti:
“-Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İmâm-ı Gazâlî, İhyâ, IV, 163)
Hak dostlarından Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri işe gidip gelirken Erenköy’den trene biner Haydarpaşa’ya gelir, oradan vapurla Karaköy’e geçerlerdi. Havanın durumuna göre bazen dolmuşa biner, bazen de yürürlerdi.
Açık ve güzel havalarda Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçen Üstaz Hazretleri, yürüdükleri zaman o günkü dolmuşa verecekleri ücreti cebine koymaz, karşılaştıkları ilk fakire sadaka olarak verir ve:
“-Elhamdülillah! Rabbimiz sağlık-sıhhat verdi, yürüdük.” diyerek Allâh’a şükrederlerdi.
İbn-i Arabî Hazretleri’nin öğüdü ile yazımızı nihayete erdirirken, Süleyman -aleyhisselâm-’ın, “Bu, Rabbimiz’in fazl u ihsânıdır. Şükür mü edeceğiz, yoksa nankörlük mü diye bizi imtihan etmektedir.” (en-Neml, 40) sözünü gönüllerimize serlevha yapmak sûretiyle şükür imtihanını yüz akıyla verebilen ve çokça şükreden kullarından olmayı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz.
İbn-i Arabî şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hak, şükrüne mukabil nîmetini artırdığı gibi, sen de O’na karşı olan şükrünü artır. Şunu bil ki, her şey O’nun katında belli bir ölçüye göredir. Buna böylece inan. Dünyada olan her şeyin Allah katında belirlenmiş bir eceli vardır. Var olan her şey, Allâh’ındır. Senden bir şey almışsa, onu kendisine almıştır. Sana bir şey vermişse, katından lütfetmiştir. Her şey O’ndandır ve O’na döner. Bildirdiğim bu hususu iyi anlamış isen her hâlinde O’nu müşâhede eder bir durumda olman sana yeter. Alanın da verenin de O olduğunu bil, kâfîdir. Çünkü her an senden bir şeyler alınmakta, bir şeyler de verilmektedir. Hayatını devam ettirdiğin nefesler, bunların başında gelir. Allah Teâlâ, her nefes alıp verdiğinde, senden bir nefes almakta bir nefes de bağışlamaktadır. Verdiğin nefesle beraber dilin ya da kalbin zikirle meşgul ise, onu öylece almakta ve ecrini artırmaktadır. Şayet çıkan nefes, hayırlı bir amelle doldurulmamışsa o zaman Yüce Mevlâ’mız keremiyle seni bağışlayıp içine çektiğin nefesi lütfetmektedir. Hem de geciktirmeden, tam vaktinde... Bu nefes, içine hayırlı ameller doldurularak alınmışsa bu, Hak Teâlâ’nın sana bir nîmetidir ki, buna şükretmelisin. Fakat hayırlı bir şekilde alınmamış, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı bir şekilde alınmışsa, o zaman Hak Teâlâ’dan affedilmesini iste. Tevbeye yönel. Çünkü Rahman olan Allah, kullarının günah işlemesini, istiğfar edip tevbe etsinler diye takdir etmiştir. Tâ ki O da onları affedip tevbelerini kabul etsin. Böylece de «el-Ğafûr», «et-Tevvâb» sıfatlarıyla muttasıf olduğu bilinebilsin.”
YORUMLAR