Görme, işitme, konuşma duyularını kaybeden bir çocuk… Hem de on sekiz aylıkken geçirmiş olduğu ateşli hastalıktan bu hâle gelmiş. Hayata dâir hiçbir tecrübesi yok ki, sonradan kaybettiği bu kabiliyetleri ile vaktinde kazandığı bilgileri, hayatının devam eden zamanlarında kullanabilsin!. Anne ve babasının dediklerini duyamıyor ve onları göremiyor, içindeki korkuyu, acıyı, feryadı anlatamıyor, duyuramıyor. Eşyalar ve isimler arasında hiç irtibat kurmamış. Zindan gibi bir karanlığın içinde, köşeye sıkışmış kalmış. Öyle bir zindan ki, ne girişi var, ne de çıkışı... “Bu kadar önemli duyu organlarını kaybetmiş birisi, şimdi nasıl şükredecek?” diye soruveriyorum kendime. Sonradan öğreniyorum ki, bu çocuk, Allâh’a en çok teşekkür eden insan olup çıkmış…
Helen Keller, bu çocuk... Kendi hayat tecrübesini anlattığı kitabı olan, birçok ülkede seminerler veren, yazarlık bürosu olan birisi… Sonradan görmeye başlamadı, işitmeye de başlamadı, konuşmaya da… Peki, bu zindandan nasıl çıktı da Allâh’a şükredilecek binlerce nimet olduğunu, çaresizliklerin içinde çareler bulunduğunu ve bir insanın başına gelen musîbetin, çalışmalar, gayretler ile çözümler üreterek bütün insanlık için bir nimet olduğunu öğretiverdi bizlere! Göremesek, işitemesek, konuşamasak da şükredecek çok şey olduğunu öğretiveriyor insanlığa…
Ormana gezmeye çıkan bir arkadaşına heyecanla sorar Helen (sonradan öğrendiği konuşma tekniği olan arkadaşının avucunun içine yazarak):
“-Haydi anlat! Neler gördün ormanda?”
Arkadaşı, Helen’in bu heyecanını anlamaktan uzak:
“-Hiçbir şey!..” der. “Herkesin bildiği sıradan şeyleri gördüm.” (O da Helen’in avucunun içine yazarak konuşur.)
Helen, aldığı cevap karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşar ve arkadaşı adına çok üzülür.
“-Ben New York’un müzelerinde dolaşırken dokunduğum eşyaları keşfetmekten inanılmaz bir heyecan duyuyor, kelimelerle anlatılmayacak kadar büyük bir mutluluk yaşıyordum.” der. “Sen nasıl oluyor da görme engelli olmamana rağmen çevrendeki güzelliklerin farkına varmıyorsun?!”
* * *
Allâh’ın bizlere verdiği bütün güzellikler, nîmetleri fark etmek, onları görünce heyecanlanmak ve büyük bir mutluluk yaşamak, bunları vereni anmak, saygı ile önünde eğilmek ve teşekkür etmek, işte bu şükrün tâ kendisidir.
Helen Keller, 18 aylıkken ateşli bir rahatsızlık geçirir ve görme, işitme, konuşma kabiliyetlerini kaybeder. Küçücük bedeni, peş peşe gelen bu kayıpları kaldıramayacak kadar güçsüzdür. Acısını etrafında her şeyi kırıp, dökerek, ısırıp, öfkelenerek, kimsenin anlamadığı hayvânî sesler çıkararak anlatmaya çalışır. Âilesi çaresizdir; görmeyen birine bir şeyi göstermeden nasıl tarif edeceksin? İşitmeyen birine yapması gerekeni nasıl söyleyeceksin? Konuşamayan biri ile nasıl iletişim kuracaksın? Âsî, ele avuca sığmaz tam bir vahşî olmuştur küçük Helen… Yedi yaşına kadar bu zindanda tek başınadır. Annesi yaptığı araştırmalar ile Perkins Görme Engelliler okulundan yeni mezun olan, 20 yaşındaki genç öğretmen Anne Sullivan’ı Helen’a öğretmenlik yapmak üzere dâvet eder. Anne Mansfield de çok az görmektedir. Görme engellidir. Karşısında duran konuşma, görme ve işitme engelli küçük kız ile insan beyninin doğru kullanıldığında olağanüstü bir kapasitesi olduğunu bütün dünyaya gösterir. Görme engelli bir öğretmenin zaferidir bu.
Öğretmen A. Sullivan, Perkins Görme Engelliler okulundaki öğrencilerinin Helen’e götürmesi için yaptıkları oyuncak bebekle başlar işine. Elleri ile Helen’in ellerine “b-e-b-e-k” sözcüğünü heceler. Onun nesneler ve harfler arasında bir bağlantı kurmasını sağlamaktır gâyesi… Bir gün Helen ve öğretmeni, bahçedeki tulumbanın yanına giderler. Öğretmen tulumbadan suyu çekerken Helen’in elini akan suyun altına tutar. Soğuk su, Helen’in bir eline akarken, öğretmen diğer eline “s-u” sözcüğünü önce yavaş, sonra hızlıca heceler. İşte o anda Helen’in kalbi yerinden fırlarcasına çarpmaya başlar. Öğretmenin vermeye çalıştığı mesajı almıştır. Yaşamının ilk 18 ayında zihninde yer etmiş olan tek sözcük sudur. Bu tek sözcükten yola çıkarak dokunduğu nesnelerle harfler arasında bir bağlantı olduğunu, her nesnenin sözcüklerle ifade edildiğini anlar. O gün akşam karanlığına dek otuz sözcük öğrenmiştir Helen.
Kısa sürede alfabeyi öğrenir. Sonra elini kullanarak yazmaya ve görme engelliler için hazırlanmış yazıları okumaya başlar. Artık etrafındaki insanlara derdini anlatmak istediği zaman onların avuçlarının içine parmakları ile yazılar yazmaktadır. Okumayı ve bütün insanların okuyabileceği yazılar yazmayı ister ve onu da başarır. Mors alfabesini öğrenmiştir. Artık, kitap okumanın hayatına kattığı eşi bulunmaz hazineyi keşfetmiştir.
“-Koleje gideceğim!..” der.
Radcliffe Koleji’ne gider. Edebiyat Fakültesi diploması alır. Saldırgan, isyankâr çocuk gitmiş, yeni şeyler öğrenmenin, bilginin kişiyi en güçlü kılan nîmet olduğunu öğrenmiş son derece mutlu bir genç kız gelmiştir.
“Benim Hayat Öyküm” adını verdiği kitabı yayınlanır. Bütün dünyada yankı uyandıran kitap, günümüzde elliden fazla dile çevrilir. Helen Keller, bir yandan yazılarını yazarken, diğer yandan üyesi olduğu Amerika Görme Engelliler Derneği ve Dünya Körler Birliği için ülke ülke dolaşarak konferanslara katılır, yardımlar toplar.
Birçok kitap, makale, biyografi yazan Helen Keller, faaliyetleri ve çalışmaları sebebiyle defalarca üstün hizmet ödülü ve çeşitli üniversitelerin onursal doktorasını alır. 1946 ve 1955 yılları arasında, beş kıtada 35 ülkeyi dolaşan Helen Keller, gittiği her ülkede milyonlarca görme engelliye yaşama sevinci ve aydınlığı götürür. Helen Keller, 1968 yılında 88. doğum gününe çok az kala ölür.
Hayatı parmak uçları ile okuyan bu kadın, ne çok şükredilecek şey olduğunu gösterir bizlere... Yeter ki görelim, farkına varalım.
Lokman -aleyhisselâm-; Kur’ân’da ismi geçen, peygamber olmadığı hâlde[1] kendisine “hikmet” verilen Allâh’ın sevgili bir kuludur. Allah -celle celâlühû- Kur’ân’da kendisinden övgü ile bahseder. Lokman -aleyhisselâm- dünyevî bakış açısına sahip insanlar için beğenilecek, imrenilecek vasıfları olan bir kişi değildir. Ne malı, mülkü, ne de kariyeri ve îtibarı vardır. Tek varlığı hiçliğidir, köle olmasıdır. Hazret-i Lokman, Dâvud -aleyhisselâm- zamanında yaşamıştır. Habeşli, siyâhî bir köle iken âzâd olup mânen yüksek mertebelere kavuşur. Öyle iken Kur’an-ı Kerîm’de kendisine büyük iltifatlar edilir. Meâlen buyrulur ki:
“Andolsun biz Lokman’a: «Allâh’a şükret» diyerek hikmet verdik. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Her türlü övgüye lâyıktır.” (Lokman, 12)
“Hikmet” verilmiştir ona ve “Hikmet”, öyle her önüne gelene dağıtılacak basit bir nimet de değildir. Hikmet verilmesinin en büyük sebebi, Allâh’a çok şükreden, yani çok teşekkür eden bir kul olmasındandır. O teşekkür ettikçe, hikmetler yağmur gibi yağdırılır üzerine... Yüce Mevlâmız Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruyor ki:
“Çünkü Allah, onların mükâfâtlarını tam öder ve lûtfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan ve şükrün karşılığını bol bol verendir.” (el-Fâtır, 30)
Çok şükretmek, doğru yola iletilme sebebidir. Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyrulur:
“(Hazret-i İbrahim), Rabbinin nimetlerine şükrediciydi. (Bu sebeple) Allah, onu seçmiş ve dosdoğru yola iletmişti.” (en-Nahl, 121)
Şükretmek, kişiyi büyük nîmetlere gark ettiği hâlde çok azımız gerçekten şükrederiz.
“Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmezler.” (el-Bakara 243, Ayrıca bkz: Yûnus 60, en-Neml 73, el-Mü’min 61, es-Secde 9, es-Sebe’ 13, el-A’raf 10, el-Mü’minun 78)
Şükredebilmenin kendisi başlı başına çok büyük bir nimet… Çok şükredemememizin sebebi ise, Allah’tan gereği gibi sakınmamamız... Allah’tan sakınmayan, işlediği günahları çok basit gören kişiler şükredemiyorlar. Ya da şükrettirilmiyor onlara… Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:
“Allah’tan sakının ki, şükredebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 123)
Nankör, kibirli, gururlu kendini bir şey zanneden insanlar, aslâ şükredemiyor. Bir insanda nankörlük varsa, o insandan şükür, kaçıp gidiyor. Bir insanda şükür yoksa, işte o zaman en büyük felaket kendisini yakalayıveriyor; mutsuzluk, yalnızlık, çaresizlik, hayattan zevk alamama felâketi... Nimeti yaratanın kadri, kıymeti bilinip de dile getirilmez, şükredilmezse hayatın tadı-tuzu da kişilerin elinden alınıveriyor. Varlık içinde ipekli kıyafetlerin içinde, ama bir kuş sesinden zevk alamıyor, yaprağın yeşilinde kaybolup, gülün kokusunda mest olmayan robotlaşmış insanlar hâline geliyoruz.
2008 yılının Mart ayında, din görevlisi olarak bulunduğum Medîne’de çok enteresan bir tespitte bulunmuştum. Umre vazifelerini îfâ etmek için gelen umreciler, keyfiyet olarak birbirlerinden ayrılıyorlardı. Görünürde hepsi de paraları ile gelmişlerdi, ama özde öyle değillerdi. Üç kısma ayırmıştım umrecilerimizi:
1-Çok sabredip de ikram olarak kutsal topraklara gelenler,
2-Çok şükredip de ikram olarak kutsal topraklara gelenler,
3-Bir de paraları olduğu için paraları ile gelenler.
Üçüncü kesimden hiç bahsetmeyeceğim, bunlar her hâl ve hareketleri ile, yapılan hizmeti beğenmeyip, ikide bir mesele çıkarmaları ve etraflarındaki herkesi, kendilerinin hizmetçisi zannetmeleri ile birçok kişi tarafından da zaten tanınıyorlar.
İlk ikisi yani, “çok şükredenler” ve “çok sabredenler”; işte onlara hayran kalmıştım.
“Çok sabredenler”; anne ve babasına yıllarca kendisini fedâ etme pahasına bakmış olanlar; felçli eşine yıllarca bakmış olanlar; peşi peşine kan kanserinden kaybettiği evlatlarının acısına yıllarca sabretmiş, bir de etrafındaki kendini bilmezlerin:
“-Siz bir bedduâ aldınız gâliba, değilse bu kadar ölüm sizi niçin bulsun?” şeklindeki incitici sözlerine aldırmadan sabredenler; kendisini her fırsatta döven zihinsel özürlü evladının işkencelerine sabredenler… Bunlar uzar gider. İşte bu kardeşlerimi çok özel bulmuştum, hâl ve hareketleri bambaşka idi onların...
Bir de “çok şükredenler” vardı. Onların içinden tanımış olduğum bir hanımın ahlâkını daha önce ne gördüm, ne de işittim. Bu hanım öyle çok zengin, gösterişli değil, gayet sade ve zarifti. Mescid-i Nebî’ye adım atar atmaz secdeye kapanır:
“Hamden, kesîran, tayyiben, mübâraken fîh.” deyip gözyaşı dökerdi.
“-Çok teşekkür ederim Allâh’ım! Sana çok teşekkür ederim!..” derdi, secdede... Ama mutlaka secdede… Namaza başlamadan önce secdeye kapanması, bittikten sonra secdeye kapanması, ezânı işitir işitmez secdeye kapanıp teşekkür etmesi çok dikkatimi çekerdi.
“Sübhâne Rabbiye’l-aliyyi’l-vehhâb” derdi. En çok da:
“-Sübhanallahi ve bihamdihî” diyordu.
“-Nasıl teşekkür etmem?!” diyordu, “Şu nîmetleri seyretmiyor musun?!”
Eşi bir eşarp alırmış, hemen secdeye kapanırmış. Bu ikrâmın Cenâb-ı Hak’tan geldiğini bilirmiş de ondan… Misafir gelince secdeye kapanırmış, güzel bir haber alınca secdeye kapanırmış. Secdeye arkadaş olmuş.
“-Secdenin kıymetini bilen, başını hiç kaldırmaz secdeden…” derdi hep…
Onunla sohbetimizden hemen sonra Kur’ân-ı Kerîm’i açmıştım, Mü’min Sûresi denk geldi. Mü’min Sûresi, âyet 7:
“Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ederek tesbih ederler, O’na îman ederler. Mü’minler için de (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler:
«Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe eden ve Sen’in yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azâbından koru.»”
Arşı taşıyan melekler, en şerefli meleklerden oldukları hâlde Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar. Yani, “Sübhânallâhi ve bihamdihî” kelimesi onların tesbihleri... Büyük vazifelerde bulunanlara ne çok yakışıyor, hamd ile tesbih. Sûrenin devamında hayat düsturu edindiğim bir âyet ile karşılaşmıştım. Sûrenin 55. âyetinde:
“(Rasûlüm!) Sabret. Allâh’ın vaadi şüphesiz gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et.”
Sabır, istiğfar ve şükür… Birbiri ile o kadar çok ilgili kavramlar ki… Sabretmek çok zordur. Başarabilmemiz için bizlere çok önemli bir bilgi veriyor yüce Mevlâmız; çok istiğfar eder, Rabbimizi hamd ile tesbih edersek, sabretmemiz kolaylaşacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın yardımını bu şekilde hissetmek, o kadar çok mümkün oluyor ki... Çok teşekkür etmiştim Rabbime o umrede, bana bu kadar güzel mânevî nimetleri bahşettiği için… Çok teşekküre devam ettikçe kişinin karşısına öyle yardımlar, öyle âyetler çıkıyor ki, verilen bu nimete tekrar şükretmek gerekiyor.
* * *
Amerikalı Helen, hayatını parmak uçlarında hissederek yaşarken, fiziksel engelleri olmamasına rağmen “görmeden, duymadan, şükretmeden” yaşayanlara şöyle sesleniyordu:
“Yalnızca üç gün daha görebileceğinizi düşünün. Nasıl bütün ayrıntıları gördüğünüzü anlayacaksınız. Sadece üç gün daha işitebileceğinizi düşünün. Her bir sesin, her bir notanın nasıl hasretle rûhunuza dolduğunu göreceksiniz. Yaşanacak üç gününüz kaldığını düşünün. Hayatın bütün saniyelerini nasıl hasretle yaşadığınızı göreceksiniz.”
Şükretmek için çok sebep var, Rabbim bu nîmetleri fark etmemizi nasip etsin. Çünkü şükreden, sadece kendisi için şükreder.
[1] Bazı rivâyetlerde, Hazret-i Lokman’ın peygamberlerden biri olduğu da belirtilmektedir.
YORUMLAR