Su Kasîdesi-19

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl

Başını daşdan daşa urub gezer âvâre su

(Su, ayağının toprağına ulaşayım diye, başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)

 

Sanatlar: Su’yun, kişileştirilmesinde “teşhis/kapalı istiâre”; su ile “benzetme amacı güdülmeden ırmak, çay ve derenin kastedilmesinde”, “mecâz-ı mürsel”; şâirin; suyun, taşların arasından tabiî bir seyir olarak bir o yana bir bu yana çarpa çarpa gitmesini, Peygamber Efendimiz’e olan aşkına ve hasretine bağlayarak “güzel bir sebebe dayandırmasında”, “hüsn-i ta’lil”, “hâk-daş-su; ömr-muttasıl; baş-âvâre-gezmek” kelimeleri arasında “tenâsüb”; “ayak ve baş” kelimeleri arasında da “tezat” sanatı yapılmıştır.

 

Gönül Gözüyle Mânâsı: Su; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve bağlılığının sevkiyle, O’nun ayağının toprağına ulaşabilmek için çırpınır durur. O’na doğru yol tutmak için deli-dîvâne olmuşcasına, başını taştan taşa vurur ve bitip tükenmek bilmeyen bir aşkla, asırlar boyunca, kendisini hep O sevgilinin yoluna adar.

 İnsanın sevdiğinin mekânına gayr-ı ihtiyârî bir celb ile yönelmesi aslında bir fizik kuralının yansımasıdır: Seni kuvvetle çeken bir şeyden uzaklaşmaya çalışırsan, o câzibe merkezinin etrafında dönmeye başlarsın. Mecnûn’un kendini sürekli Leylâ’nın kapısında bulmasındaki incizab da böyle açıklanabilir.

Hacıların her yıl, dünyanın dört bir yanından -önceden belki aylarca süren yolculuklarla- âdeta başını taştan taşa vurur gibi ağır meşakkatler içinde, bir insan selini andıran akışlarla Ravza-i Mutahhara’ya yönelişleri de hep bu rûhun, O’na -sallâllâhu aleyhi ve sellem- meftûn oluşun bir işareti değil midir?

 Şâirin burada özellikle “ömrler” sözcüğünü bir buçuk hece ölçüsüyle med yaparak söylemesinde de bir te’kid vardır. Yani su, “binlerce ömürdür, yüzyıllarca, binlerce yıl” mütemâdiyen ve aşkından sarhoş olarak; “Yeter ki O’na (s.a.v.) ulaşabileyim!” diye, âvâre bir şekilde, başını taşlara vurarak dolanmaktadır.

Sanır mısınız ki, suyun bu hâli bir mecazdır?! Eşya dediğimiz, cansız varlıklar bile O’nu tanımaktadır, sevmektedir. Mescid-i Nebevî’deki “kütüğün ağlaması” hâdisesi, onlarca sahâbînin şehâdetiyle sâbit olan mütevâtir bir hadîs değil midir?

“Mâlumdur ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’de ashâbına vaaz ederken Mescid-i Nebevî direklerinden bir hurma kütüğüne dayanır, öyle sohbet ederlerdi. Bu hurma kütüğü de, kendisine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaslandığını duyar, bu mazhariyetle mes’ud olurdu. Gün geldi, mescide sohbet dinleyen ashâb o kadar çoğaldı ki, sahâbelerin mühim bir kısmı, kalabalıktan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek yüzünü göremez oldular ve:

“-Yâ Rasûlâllah!.. Bizler, mescid hayli kalabalık olduğundan mübarek yüzünüzü göremiyoruz!” diye haklı olarak şikâyette bulundular.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den mescide bir minber yapılmasını ve O’nun, bu minbere çıkarak hutbesini îrad etmesini taleb ettiler. Bunun üzerine, mescide bir minber yapıldı. Varlık Nûru Efendimiz, artık bu minbere çıkarak sohbet edecekti. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk minbere çıkışında, beklenmeyen, mûcizevî bir hâdise oldu:

O Âlemler Efendisinin daha evvel kendisine yaslanarak hutbe okuduğu hurma direği; duyan, düşünen, hicran ve hasret içinde kavrulan bir insan gibi feryâd u figan ile âh edip inlemeye başladı. Bu derin ve yanık bir ney sâdâsı gibi, öyle içten bir seslenişti ki, o sohbet meclisinde bulunan genç-yaşlı bütün mü’minler bu feryâdı duydular. Feryad bir sadâ olmaktan da çıkarak, âdeta bir muzdarip lisan hâline geldi. Bütün ashâb, kuru bir hurma ağacının bu kadar yanık bir sesle içindeki hasret ve ıztırâbını ifade etmesi karşısında, hayret ve dehşet içinde kaldı.

“…Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o hurma kütüğünü toprağa gömdürdü. Tâ ki kıyamet gününde insan gibi dirilsin!.. O hurma ağacı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, kendisini toprağa gömdürttü ki, fânî vücudundan kurtulsun.”[1]

Kim O’na -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âşık değil ki: nebâtât, cemâdât, hayvânât… Hâsılı tüm mevcûdat… “Levlâk” (Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım.) sırrıyla yaratılan Fahr-i Kâinât -aleyhi’s-salavât- Efendimiz’in değeri, âlemlerin Rabbi tarafından verilmiş değil midir? O’nun şânı, ancak Hak Teâlâ tarafından lâyık-ı vechile takdir edilebilir.

Cümle varlıkların, insanlar anlayamasa da kendilerine mahsus, hisleri, zikirleri, tesbih ve tâatleri vardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Yedi gök, yer ve bunların içinde ne varsa, hepsi Allâh’ı tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd ederek O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmesin. Yalnız siz onların tesbih edişlerini anlayamazsınız. Şüphe yok ki O, azab etmede acele etmez (mühlet verir), halîmdir ve suçları örter (çok bağışlayandır).”[2]

 

Yâ Rasûlâllah!

Sensin olan “Seyyidü’l-Kevneyn” u “Fahrü’l-Âlemeyn”

Sensin olan “rahmeten lil-Âlemîn” önden sona

 

Sensin ol mahbûb-i Hak, kim aşkuna oldı Sen’in

Cümle mahlûkât ile bu görünen arz u semâ

 

Bu fezâil Sende olmasın mı lütfundan Seni

Eşref-i mahlûk edip mahbub edinmiştir Hudâ

 

Lûtf-ı bî-hadd ile medh eden Seni Mevlâ iken

Şânına lâyık Seni kimdir ki medh ede şehâ

 

Şânına lâyık müyesser mi durur medh eylemek

Anı kim medh eyleyen lütfundan ol Mevlâ ola

                                                           Edirneli Nazmî

 

[1] Hâdisenin, Hazret-i Mevlânâ diliyle tafsîlâtı için bkz: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, s: 157, sh: 20.

[2] el-İsrâ, 44.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle