Su Kasîdesi -23

Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Miʻc’da

Şebnem-i feyzün yetirmiş sâbit ü seyyâre su

 

(Sen o keramet denizisin ki, Mîraç gecesinde feyzinin çiğleri, sabit varlıklara ve yıldızlar ile gezegenlere su ulaştırmıştır.)

 

Sanatlar: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kerâmet denizine benzetilmesinde “teşbih”, “bahr” ile “şebnem (çiy)” ve “sâbit” ile “seyyâr” kelimeleriyle “tezat”, “Bahr-şebnem-feyz-su” kelimeleriyle “tenâsüb”, Mîraç Gecesi’nin hatırlatılmasında “telmih” ve kâinattaki suların kaynağının Peygamber Efendimizin Mîraç Gecesi’nde serptiği şebnemin feyzi olmasında da “hüsn-i tâlil” sanatı yapılmıştır.

 

Gönül Gözüyle Mânâsı: Peygamber Efendimizin ilâhî bir dâvetle semâ âlemine seyahati demek olan Mîraç, beşerî perdeler ile zaman-mekân mefhumunun ortadan kalktığı, istikbâle ve gaybe dâir nice müşâhedenin gerçekleştiği ilâhî bir ikramdır. Mîraç hâdisesi, nübüvvetin 11. yılında, hicretten 18 ay önce vukû bulmuştur.

“Gecenin bir bölümünde kulu Muhammed’i kendisine bazı mûcizelerimizi göstermek için Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü kusurdan ve ortaktan münezzehtir.” (el-İsrâ, 1) âyetiyle işaret edilen, kesin yaşanmış bir mûcizedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâbe’nin Hâtim kısmında uyku ile uyanıklık arasında iken, önce Beytü’l-Makdis’e, oradan da göklere ve Sidre-i Müntehâ’ya yükseltilmiştir. Bu ulvî yolculuğa çıkmadan önce, Cebrâil -aleyhisselâm- tarafından göğsü yarılıp îman ve hikmetle doldurulmuş, zemzem suyuyla yıkanmış ve mânen bu mukaddes yolculuğa hazırlanmıştır.

Mîraç hâdisesinde Peygamber Efendimiz’in Beyt-i Makdis’e kadar yeryüzündeki bineği “Burak”; Mescid-i Aksâ’dan gökyüzüne kadar götüren bineği ise, “Refref”tir.

Bu seyr ü sefer esnâsında, bineklerin olması, bu kudsî yolculuğun insanlık vasfına uygun olduğunun, dolayısıyla hem rûhen, hem de bedenen gerçekleştiğinin delillerinden biridir.

Abdullah ibni Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:

“Miraç, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) rüyada gördüğü bir şey değil, mübârek gözleriyle şâhit olduğu bir hâdisedir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 42, nr. 3888)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, farklı semâ katlarında bulunan Hazret-i Âdem, Hazret-i Yahya, Hazret-i Îsâ, Hazret-i Yûsuf, Hazret-i İdris, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Harun peygamberlerle görüşmüştür. Sonra bir melek, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elinden tutup O’nu mihraba geçirmiş ve içinde Hazret-i Âdem ve Hazret-i Nûh’un da olduğu semâ halkına namaz kıldırmıştır.”[1]

Ardından Hazret-i Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’i Sidre-i Müntehâ’ya götürmüştür. Ve sadece Rasûlullâh’a izin verildiği için, Peygamber Efendimiz, bundan sonraki yolculuğuna yalnız devam etmiştir.

Sidre, Peygamber Efendimiz’in bineğine son nokta olduğu için Cebrâil -aleyhisselâm-:

“-Şayet yaklaşsaydım beni yakardı.” deyip Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan refâkatini tamamlamıştır.

“Sidretü’l-Müntehâ, gökleri ve cennetleri gölgesine alan muazzam bir ağacın ismidir. Kelime olarak ise “Sidre” Arabistan kirazı denilen bir ağacın adıdır. “Müntehâ” da bir şeyin varabileceği son nokta demektir. Yedinci kat semadaki bu ağaca, “Sidretü’l-Müntehâ” denmesinin sebebi, meleklerin ve büyük peygamberlerin bilgisinin orada son bulması, ötesini Peygamber Efendimiz dışında kimsenin bilmemesidir. Allah Teâlâ, Mîraç’ta Rasûlü’nün Sidretü’l-Müntehâ’nın ötelerine kadar gitmesine izin vermiştir.”[2]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Cebrâil beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki, orada kazâ ve kaderi yazan kalemin cızırtılarını duymaya başladım.”[3] buyurmuştur.

Allah Teâlâ, âyet-i kerîmede; “O vakit Sidre’yi kaplayan kaplıyordu.” (en-Necm, 16) buyurmaktadır.

Abdullah ibni Mes’ûd -radıyallâhu anh- bu âyeti açıklarken:

“-Sidre’yi «altın pervaneler»in kapladığını söylemiştir.”[4]

Daha sonra ilâhî tecellîler vukû buldu, Rasûlü ile Allah Teâlâ’nın arasında mekândan ve zamandan münezzeh bir şekilde, öyle bir kurbiyyet gerçekleşti ki, “İki yay arası kadar ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)

(Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın) gözü oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. Andolsun O, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 17-18)

Baştan sona mûcizelerle dolu olan Mîraç Gecesi’nin şeref konuğu Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bizâtihî varlığı ile kân-ı şefâat ve rahmet olarak, tüm gökyüzünün muhabbet ve teveccühünde seyr-i ilâllâh bir seyahat gerçekleştirmiştir.

İşte Fuzûlî, bu gecenin ikram ve lütuflarına ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fazilet ve büyüklüğüne dikkat çekmek için:

“Sen Mîraç Gecesi’nde kavuştuğun feyz lütuflarını bir rahmet bulutu olarak kâinâta serptin de sâbit ve hareket eden her türlü varlıktaki sular, Senin o gece serptiğin suyun bir damlası olarak vukû buldu.” demektedir.

Yerde ve göklerde hayatın kaynağı su, bu suyun kaynağı da âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Efendiler Efendisi’dir. İnsanlar, cinler ve bütün varlıklar; O’nun saçtığı feyz şebnemleri ile hayat bulur, yıkanır, paklanır.

 

Yâ Rasûlâllah!

Ey bütün ashâbına, kapısı yüce Kâbe olan; ey bütün dostlarına ve kendisini sevenlere huzuru Mescid-i Aksâ olan,

Yüksek yaratılışlı, temiz bakışlı, arınmış kişi; cömertlik denizi, dünyaya bağışta bulunan mâden ocağı:

O gece Cebrâil, iki cihanın övüncüne gelip saygı ile:

“Allah, Sana selâm söyledi. Hemen şimdi Burak’ı önüne getireyim, Seni Hazret-i Mevlâ hasretle beklemektedir.”dedi.

Rasûlullâh’ın Burak’ı, güneş gibi menzilleri aştı, duâ gibi tek başına göğe yükseldi.

O kudretli Şah, o ata bindiğinde, mü’minin gönlü gibi bir mekândan ötekine vardı.

Sanki ömür gibi çabuk geçti; bir anda iki âlemi birden dolaştı.

Mîrâcıyla, yüce feleğin yüzü, vuslat haberinden deli-dîvâne âşık gibi güldü.

Parlak Zühre yıldızı, O’nun salâhiyetini görerek utandı, çengini yere çaldı.

O parlak Güneş, dördüncü göğe eriştiğinden, o an atlas felek ayağına döşendi.

Hazret-i İbrahim’in bahçesini bir baştan bir başa şereflendirerek atını yedinci feleğe kadar eriştirdi.

Dokuz kat yüce felekler, iki büklüm olup yere yüz sürerek O’na saygıyla:

“-Hoş geldin.” dediler.

Birden ok gibi Arş tarafına yöneldi ve feleğin dokuz kat zırhını çabucak geçti.

O tertemiz Zât, o anda Tûbâ’ya erişip yel gibi geçti ve Cebrâil’i Sidre’ye bıraktı.

Öyle yüksek bir yere erişti ki, eğer baksa, dünya ona hardal tanesi gibi küçücük görünürdü.

Kabul olunmuş duâ gibi, Allâh’ın huzuruna varıp elini kaldırarak ümmetini diledi.

Yakarış Tûr’u içinde mübarek gözünü açınca o an O’na tecellî nurları göründü.

Ahmed’le ehad kelimelerini bir “mim (m harfi)” ayırır; Allâh’ın O’na yakınlığı işte böyledir.

Senin derecen, Güneş gibi yükseklerde olsa yeridir; çünkü ümmetine karşı alçakgönüllü idin.

O parmak ki, bazen Ay’ı ikiye bölen, bazen su akıtan parmağının vasfını yazmakta kalem âcizdir.

Ey padişah, Senin başına “le-amrük: ömrüne yemin olsun” tâcı pek güzel yaraşır; “levlâke lemâ…” ise üstüne ne güzel kaftan olur.

Güzel vasıfların anlatılabilir mi! “Tâ-hâ” ve “Hâ-mîm” Sana addır.

Sallâllâhu aleyhi ve sellem. (Yahya Bey)

 

[1] M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf, c:1, Tahlil Yayınları, sh: 391.

[2] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., sh: 374.

[3] Buhârî, Salât 1, nr. 349.

[4] Kandemir, a.g.e., sh: 383.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle