Zikr-i naʻtün virdini derman bilür ehl-i hatâ
Eyle kim defʻ-i humâr içün içer mey-hâre su
(Sarhoşlar içkiden sonra gelen baş ağrısını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da Senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı derman bilirler.)
Sanatlar: Günahkârların sarhoşlara benzetilmesinde “teşbih”; “Humâr-derman” zıt mânâlı kelimelerin bir arada kullanılmasında “tezat”; “Zikr-i na’tün virdi-su içmek; ehl-i hatâ-mey-hâre; derman-def’-i humâr” kelimelerinin eşleştirilmesinde “leff ü neşr”; birbiriyle mânâ ilgisi bulunan “Mey-hâre, içer, humar, ehl-i hatâ” kelimelerinin aynı beyitte kullanılmasında “tenâsüb” sanatı yapılmıştır.
Gönül Gözüyle Mânâsı: Dîvân Edebiyatı’nda, insanın aklını başından alan içki, muhabbet ve kara sevdanın sembolüdür. Burada da Fuzûlî, sarhoşluktan ayılmak için su içen kimseyi, günahların kirinden arınmak için Peygamber Efendimiz’in rahmet deryasından muhabbet devşiren şâire benzetir. Böylece şâir, Peygamberimiz’e takdim ettiği na’tlerle hem dünya kirlerinden, hem de söylemiş olduğu sözlerle yazmış olduğu şiirlerindeki hatalarından kurtulmayı ümit eder.
Daha geniş ifadesiyle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıtma ve övme maksadıyla kaleme alınan naʻtlar; Peygamber Efendimiz’den “istişfâ” (şefaat dileme) ve “istimdâd”ı (yardım taleb etmeyi) hedefler ve O’na duyulan muhabbeti ortaya koyar. Şairler, diğer şiirlerini birer basamak yapıp en güzel ve ustalık eseri şiirini, bir na’t olarak ifade etmeye çalışırlar.
Edebiyatımızda çoğu şâir naʻt yazmış, sözlerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile îtibar kazandırma arzu ve iştiyakında olmuştur. Şeyh Gâlib’in dediği gibi:
“Efendimsin, cihanda îtibârım varsa Sen’dendir.
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa, Sen’dendir.”
Dîvân Edebiyatı’ndaki âşık-mâşuk münâsebetini en güzel şekilde ifade ve temsil eden bir hüviyete sahip olması hasebiyle na’t türünde eser yazmak çok makbul görülmüş ve her şeye gönlünü açan şâirler, Âlemlerin Sevgilisi olan Peygamber Efendimiz’e hiç olmazsa bir tane na’t yazmayı bir vecîbe kabul etmişlerdir. Bu sebeple Dîvân Edebiyatı’nda birkaç istisnâ dışında, naʻt yazmayan şair yok gibidir. Hattâ en çok naʻt yazan şâir Nazîm’in beş ayrı dîvânı vardır ki, bunlardan ikisi tamamen naʻtlardan müteşekkildir.
Naʻt yazma, yazılandan çok yazanın ihtiyacıdır. Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ne övgüye, ne de medhedilmeye ihtiyacı vardır. Yazılan na’tların hemen hepsinde bu ifade net olarak görülür. Naʻt yazanlar, yazdığını berzahta ve mahşerde bağışlanmasına delil, istişfâ (şefaat dilemeye) sebep, hasta gönüllere şifâ talebi ve muhabbet-i Rasûlullâh’a tâlip olma niyet ve arzusuyla kaleme almışlardır.
Peki, hakikaten naʻtlar sebeb-i şifâ mıdır?
Bunun en meşhur örneği; Hicrî 608-697 yıllarında yaşayan Muhammed bin Said el-Bûsirî’dir. Rivâyet olunduğuna göre İmam Bûsirî, bir tarafı felçli iken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den istimdâd ve şifâ dilemek kasdıyla Peygamber Efendimiz’e bir kaside yazar. Rüyasında Habîb-i Ekrem Efendimiz’i görür ve yazdığı kasîdeyi O’na takdim eder. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu takdimden çok hoşnut olur ve İmâm Bûsirî’nin felçli âzâlarını sıvazlayarak şifa bulmasına vesîle olur. Hastalıktan şifâ bulduğu için de bu şiire “Kasîde-i Bür’e” (başka bir rivâyette de, Kasîde-i Bürde) ismi verilir.
Edebiyatımızda naʻt yazan Dîvân şairlerinin şiirlerinin hemen hepsinde, yukarıda ifade edilen keyfiyetler gizlidir ve şairler, niçin na‘t-ı şerif yazdıklarını şöyle îzah ederler:
“Ömrümü Rasûlullâh’ı övmekle geçireyim ki, öldüğümde onları kabir ehline armağan edeyim.
Sabah rüzgârının gülden can bağışlayan nefesler bulması gibi, Fuzûlî’nin sözleri Sen’in övgünde gönül süsü olsun.” (Fuzûlî)
* * *
“Dil senin vasfını tam olarak nasıl etsin; çünkü Allah Kur’ân’da birçok yerde Seni medheder.
Bülbülün coşkusunun hâlleri, cana heves verir; Senin övgünün gül bahçesinde bu yüzden yaprak açar.
Eğer Senin medhinde bütün dünya bir araya gelse, yüz binde birini yapmaya âciz olup kalır.
Velî kişi için en güzel yol, gücü yettiği kadar çalışıp medhetmesidir.” (Mahremî)
* * *
“O nerde, na’t nerde; lâkin şevkin kalemi ile safâ defterinde ittifak ettiği şeyi yazdı.
O aziz nîmete erince ben zavallı, onun (nîmetin) bir parıltısıyla zenginleşmeyi umuyorum.” (Üsküplü İshak Çelebi)
* * *
“Ey sancağın sahibi, sancağının gölgesini himmet et! Senin gölgen yok ki, beni onda hoş geçir diyeyim.
Mahşerde bu susuzunu «dilediğine verdiğin havzının şarabından» kandır, merhamet et.
Gerçi elimde Sen Şâh’a lâyık hediye yok; dilimde Sana çokça salât ve övgü vardır. Allah, Sana tâzim edip salât ederken, Sana salât etmek haddim değil!
Ey müttakîlerin en hayırlısı! Allâh’ın Rasûlü’nün na‘ti ve medhi; şiir ehlinin övüncüdür, dîvânların da süsüdür.
Benim Seni medheden şiirlerim, şiirlerimin kalanının günahına kefâret olmasına ümidim vardır.
O mübarek incilerin övgüsüyle bu boncuklar da onlarla mücevher yerine satılsın. Aşk ve şevkimin sözleri tâ mahşere kadar tamamlanmaz; son (sözüm) salât, selâm ve duâ olsun.” (Muhyî)
* * *
“Eğer şiirimin içinde bir beytim Sana lâyık olsa idi, Seni medhetmek benim günahlarımın arınmasına yeterdi.
Ey Efendim, ağlayarak kapına geldim reddetme, çünkü dilencilere cömertlik etmek huyundur.
Ey padişah, ayıbımı yüzüme vurma; suçum çok ise de bağışlamana nihayet olmadığını bilirim.
Ey can tabîbi, hangi hasta şerbetini içse, gayb şifâhanesinden o an devâ ulaşır.
Kimsesiz, garip ve hastalıklara müptelâ olduğum için, Senden şifâ ümidine geldim.
Ey günahları affeden ve ey kederleri keşfeden, günahlarımızı, hatalarımızı ve unutmalarımızı bağışla!” (Lâmiî Çelebi)
YORUMLAR