“Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal vermiştir: Güzel bir söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin izni ile her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da; yerden koparılmış, ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (İbrahim, 24-26)
Hiç şüphesiz ki konuşmak, kendimizi ifade edebilmemizin en rahat ve tesirli yoludur. Ölçülü olmak ve ağzımızdan çıkan sözlerin karşıdakinin zihninde ne mânâya gelebileceğini düşünmek de insana verilmiş en hoş özelliklerden biridir. İfade edilen her mânâ, eğer bin düşünülüp bir söylenmiyorsa, kişide tedavisi imkânsız yaralar oluşturabilir.
Bu sebepledir ki, kişinin terbiye ve olgunluk yolculuğunda gerek eğitimcilerin gerekse de ebeveynin üslubu çok belirleyici olmaktadır. Nice öğretmen vardır ki, üslubunun güzelliği sayesinde kişiye en sevmediği konuyu dahî sevimli kılabilir. Nicesi de sevileni sevimsiz bir hâle dönüştürebilir. İşte sırf bu sebeple insanlarla münâsebeti iyi olmayan, iletişimi zayıf ve firasetten mahrum insanların yaptığı eğitmenlikle nice talebe içine kapanmış; Rabbinin verdiği yetenekleri inkişâf ettiremeden ömrünü tüketmiştir. Elbette bu da çok büyük bir vebaldir.
İnsanları eğitmeye tâlip olan kimsenin güzel ahlaklı, bilgili, ehil birisi olması kadar hitabet ve tatlı dile sahip olması da çok önemlidir. Akılla tartılmayan, gönülde aksi bulunmayan, içi boş, gereksiz sözler, ne kadar yıkıcı olabilirse; akıl süzgecinden geçmiş, gönül örsünde dövülmüş, hissedilmiş, yaşanmış sözler de o kadar derin ve tesirli olabilmektedir. İlmin, hikmetin, irfanın birleşmesi; söze tatlılık, rûha letâfet, akla firaset ve keskinlik verir. Ufukları yaklaştırır, kalpleri birleştirir.
Sözün incelmesi, gönlün rikkatinden gelir. Kalbinde katılık, gurur-kibir ve cehâlet olan kimsenin sözü de bir türlü kibarlaşmaz.
Söz, söylemek ayrı bir sanattır. Her gerçeğin, binbir türlü ifade şekli vardır. Kimi sözler, insanın başını belaya sokarken, kimisi de uçurumların kenarından çeker alır. Tıpkı hikâyede anlatıldığı gibi…
Padişahın biri, bir deveyi çok sever, onun bakımına ve ihtiyaçlarına büyük önem verirmiş. Deveyle ilgilenen herkese de sıkı sıkı tembihlemiş; kim ki, devenin başına bir hâl geldiğini, onun öldüğünü bana söyleyecek olursa, sevdikleriyle vedalaşsın!.. Ama ölümlü dünya… Her fânî gibi, deve de bir gün ölüvermiş. Bu üzücü hâdiseyi, padişaha haber vermek ise başlı başına bir mâtem sebebi… Hiç kimse, ucunda mutlak ölüm olan böyle bir işe tevessül edemiyor; herkes birbirine bakıyormuş. İçlerinden biri:
“-Bu işi ben yaparım!” diyerek, âdeta kefenini giyip padişahın huzuruna çıkmış. Diyeceklerini ölçüp biçtikten sonra sözüne şöyle başlamış:
“-Sultanım! Kıymetli deveniz yattı kalkmıyor. Yumdu gözlerini açmıyor, uzattı ayaklarını toplamıyor. Üstelik nalları güneşe karşı geldiğinden çok da güzel parlıyor.”
Adamı sözü bitene kadar dinleyen padişah:
“-Desene devem öldü!” demiş. Adam:
“-Padişahım, onu siz söylediniz. Ben söyleyecektim, ama işin içinde kelleyi vermek var!” demiş.
Bu hikmet dolu sözler, padişahı hem güldürmüş, hem düşündürmüş.
Bu hikâyede olduğu gibi, tarih boyunca “söz ustaları” hep gelmiştir, hep gelecektir. Duruma, şartlara göre söz söylemek edebiyatta “belağat” olarak ifade edilir. Belîğ insanlar, kelimeleri evirip çevirerek “tam yerinde, tam zamanında ve muhataplarının gönlüne göre” söz söylemeyi bilen kimselerdir. Bu, bir Allah vergisi olduğu gibi, aynı zamanda uzun bir çalışma ve gayret, parlak bir zekâ ve edebî bir kıvraklık ister.
Sözü süsleyip söylemek önemli olduğu gibi, belki ondan daha önemlisi doğruyu söylemektir. Yaldızlı, ama boş cümlelerin insanların gönül dünyasını ihyâ edecek bir özelliği yoktur. Hâlbuki her söz bir emanet ve sorumluluktur. Kıyamet günü, söylenen her kelime hesap sebebi olacaktır; tıpkı söylenmesi gereken zamanda terk edilen her kelime gibi…
Her sözün, muhatabındaki anlayış ve kültür seviyelerine göre farklı mânâları da olabilir. Bu yüzden konuşurken muhatabı tanımak ve ona, aklına göre konuşmak ayrı bir meziyettir. Ortaya konuşulan sözlerden bazıları kırılıp gücenirken, bazıları ders ve ibretler alabilir. O yüzden her bir kelimeyi, bir ok olarak düşünmeli; sözümüzün kime dokunduğuna, kimi yaraladığına dikkat etmeliyiz. Zira ok yarası geçer de, kelimelerin açtığı yara, bir ömür boyu kapanmaz.
Bazen farkında olmadan incitiriz, bazen de sırf incitmek için konuşuruz. Muhatabımızı kırdıkça rahatlar, mutlu oluruz. Hâlbuki “dil yâresi” kapanmaz. Kötü ve çirkin sözler, ömür boyu bitip tükenmeyen düşmanlıklara, kıskançlık ve kinlere sebep olabilir. Bir mü’minin kalbine diken batırmak, başka bir mü’mini sevindirmemelidir. Böyle bir durumda belki nefsimiz rahatlamış, tatmin olmuş olabilir. Ancak rûhumuz kan ağlamaktadır.
Dinimiz doğru ve güzel konuşmamızı emretmiş, düşmanlarımızla görüşürken bile “nezâketi” kaybetmememizi öğretmiştir. Çünkü dilin güzel kullanılması sayesinde, azılı düşman olan kimselerin bize yaklaşması, bize yakın olan kimseler ile de aramızda samimiyetin artması mümkündür. Rabbimiz, “kelîmullah” olan peygamberi Hazret-i Mûsa’yı, ilâhlık iddia eden Firavun’a gönderirken onun “yumuşak bir dille” Allâh’ın yoluna çağrılmasını emretmiştir.
Böylece hem tebliğde hitap ve üslubun yolu gösterilmiş, hem de ilâhlık iddia etmek sûretiyle kendisine en büyük zulmü yapmış bir kimsenin seviyesine düşmemek gerektiği tâlim edilmiştir. Âdeta “muhâtap azılı bir kâfir, gözü dönmüş bir zâlim de olsa; sen Allâh’ın seçkin bir kulu olduğunu unutma!” denilmiştir. Öyle taş kalpliler vardır ki, Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi, tesirli ve tatlı bir dil, onun içinden hidayet pınarları çıkmasına vesile olabilir. O hâlde dilimizi “Bismillah” diyerek konuşturmalı, kalplerdeki tesirini de Allâh’a havale etmeliyiz.
Elbette güzel konuşmak, hikmet ehli ve tatlı dilli olmak; engin bir gönle sahip olmayı gerektirir. Böyle bir gönül ise, başlı başına Allâh’ın ihsanıdır. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizin etrafında insanların toplanmasını, O’nu her şeyden çok sevecek kıvamda olmalarını ikrâm-ı ilâhî olarak hatırlatır:
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve iş hakkında onlara danış…” (Âl-i İmrân, 159)
O hâlde sözün yeşerdiği toprak, gönül arazisidir. Orada tertemiz bir tohum olarak atılmış güzel söz; îman, akıl, hikmet, sabır ve merhametle sulanırsa, ucu göklere ulaşan görkemli bir ağaca dönüşür. Nihayet insanlar, o ağaçtan yüzyıllar boyunca istifade ederler.
Kök ne kadar toprağın derininde ise, o derece fırtınalara ve yılların yıpratıcılığına mukavemet gösterir. İşte söylediğimiz güzel bir söz de muhatabımızın kalbinin derinliklerinde yer bulur. Yıllar geçse bile söylenilenler, gönül ferahlatıcı samimi sözler; aslâ unutulmaz. Bir deniz feneri gibi, en netameli anlarda, en karanlık menfezlerde yol gösterir, hayat kurtarır.
Sözün güzelini söylemeyi ahlak edinmiş birinin dostluğu da bizlerin gönlünde kök salmaya devam eder. Her zaman bu insanı arar gönüllerimiz… Şimdi etrafımızda olsa da bizi sözleri ile rahatlatsa diye düşünürüz. Ölüp gitse dahî söylediği güzellikler, tıpkı âyet zikredildiği gibi çoktan meyvesini vermiştir.
Hatta ölüm ânında bile; tatlı suyun etrafının kalabalık oluşu misali, bu insanların etrafları da hep kalabalık ve huzur doludur.
Güzel sözlerle, huzur dolu bir ömür yaşayıp Allah Rasûlü’nün cemâlini seyrede seyrede son nefesimizi vermek duâsıyla, sözlerimizi Yûnus’un o eşsiz mısralarına bırakalım:
Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu (zehirli) aşı/ Bal ile yağ ide bir söz...
YORUMLAR