Sınıf arkadaşım, benden “ileride tarihî açıdan belge değeri taşıyacak şekilde” Covid-19’un üzerimizdeki tesirlerine dâir duygu ve düşüncelerimi yansıtacak bir nevî günlük tutmamı rica ettiğinde, toplumu büyük ölçüde etkileyen tedbirlerin ilk defa alındığı ve üniversitelerin de içinde bulunduğu pek çok kurum faaliyetlerinin online sahaya taşındığı Mart ortalarının üzerinden bir yahut iki hafta geçmişti.
Tarihleri net hatırlamıyorum, ancak her şeyin başında sayılırdık -üç haftanın sonunda okula döneceğimizden emindik- ve ben hayatta bir daha ne zaman karşıma çıkacağı belli olmayan bu sosyal izolasyon zamanlarını yeterince verimli geçirememekten ötürü ciddî mânâda vicdan azabı çekiyordum. Yani, “havadan” iki hafta vaktim olmuştu, basit bazı işlerimle (iki-üç sınava girmek gibi), oldukça sınırlı sayıdaki okumaları, kendimi tamamıyla zorlayarak yapmakla harcamıştım bu süreyi… Tabi, o zaman bu zorunlu okul tatilinin en az bir sene daha devam edeceğini tahmin edemiyordum.
Jules Verne’ün “İki Yıl Okul Tatili” isimli bir kitabı var, çocukken okuduğum için bazı ayrıntıları hatırlamakta zorluk çekiyorum. Ama kitabın adını ilk okuduğumda “Vay, harika bir şey olsa gerek!” dediğimi, kitabın kendisini okuyunca ise, durumun hiç de kulağa ilk geldiği gibi olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum.
Netice olarak, arkadaşı biraz alaya almıştım, o da ciddiyetinin üstünde durarak “kalemi kuvvetli arkadaşlardan” bunu rica ettiğini söylemişti.
“-Peki, öyleyse.” dedim, belki de iltifatın hatırına; ama yazmayacağımdan hemen hemen emindim.
Açıkçası, gelecekte yaşayacak ve 2020 tarihi çalışacak şanslı -uzaktan bakınca bu kadar felaketle dolu bir seneyi akademik araştırma konusu edinmenin oldukça keyifli olabileceği görüşündeyim- tarihçilerin öyle çok malzemesi olacak ki, benim yazacağım bol melankoli içeren bir yazıyı okumanın -belki bir tür okuyuculuk hazzı haricinde- onlara çok bir şey kazandıracağını zannetmiyordum. Hâlâ bu konuda benzer düşünceler içindeyim.
Ara ara -sadece denedim demek için belki de- bir-iki yazı yazmayı denedim. Ama doğrusu, hiçbirinde yazıya döktüğüm huzursuzlukların ve endişelerin üzerinde asıl tesir sahibi unsurun “Covid”, “izolasyon” yahut “korku” olmadığını fark ettim. Sosyal izolasyon dönemini benim için -ve zannediyorum pek çok diğer insan için- bu kadar çekilmez kılan şey, -en temelde- bir yerde kısıtlı olmamız değildi, kendimizle baş başa kalmamız ve bizi sürekli düzenleyen o akıştan kopmamızdı.
İçinden koptuğumuz o akış; okul olabilir, iş olabilir, belki sadece evden çıkıp sokak sokak âvâre gezmek olabilir, bizi insanların göz hapsi altında tutardı. Kıyafetlerimizi, alışkanlıklarımızı ve pek çok tercihimizi insanlara göre belirlemeye ve göstererek takdir toplamaya râzı olmuş ve alışmış bizler için sadece kendimizle kalmak, bir anda niyet-karar akışımızın tepetaklak olmasına sebep oldu. Bana hak vermezseniz düşünün, karantina boyunca sosyal medyada aktifliğin ne denli arttığını ve evde yapılan ekşi mayalı ekmeğe kadar, hâlâ bir yerlerde bir şeyler yapıyor olduğumuzu insanlara kanıtlamaya ne denli arzu duyduğumuzu...
Kendimizle yalnız kalmak, bizim için şok ediciydi, çünkü neyi gerçekten istediğimizi, arzuladığımızı ve neleri topluma kendimizi yarandırmak adına yaptığımızın farkında olmadığımızı anlamaya başladık. Odalarımızda yalnızdık. Ve önümüzde sınırsız seçenek vardı. “Sabah dokuz, akşam altı” işim bir anda ortadan kalkmışsa, bilgisayarımla karşı karşıya oturuyorsam ve bu seçeneklerden birine göre parmaklarım tuşlara dokunacaksa, işte o zaman asıl yapmak istediklerimle yüzleşirim. “Eski” ve “normal” hayatımda, sürekli Çince öğrenmek istediğimden dem vuran biri olduğum ve çevremdekilere -ve dahî kendime- kendimi bu arzumla tanıttığım hâlde, sadece kendi arzularımla baş başa kaldığımda online Çince derslerine katılmak yerine, tercihimi Twitter’da takılmakta kullanıyorsam, akşam başımı yastığa koyunca, kendimi eskiden tarif ettiğim kişi olarak göremediğimi fark etmem ve bunun beni bunalıma sokması normal değil mi?
İnsan, tercihlerinin neticesi bir karaktere sahip olduğuna göre, -her defasında yalan söylemeyi tercih edenin yalancı olması gibi- yaptıkları tanımlamalardan farklı tercihleri tekrar eden hâlinin insanları kimlik bunalımına sokması normal değil midir?
Uzun bir süre -bunun bu altı ayın hepsine parça parça da olsa dağıldığını savunabilirim- kim olduğumu, neyi gerçekten istediğim için yaptığımı anlamaya gayret ettim. Eski hayatımı çok seviyordum, okulu ve derslerimi, öğrenmeyi çok seviyordum. Ancak bu bir yerden sonra, benim de akış içinde sürüklendiğimi ve dersleri en iyi şekilde geçmeyi de ön plâna çıkaran bir toplumsal bakışı önemser yanın, içimi yaban otları gibi sarıverdiğini fark edememişim. Hocaların takdir ve teşviki, içinde bulunduğum atmosferin öğrenme açlığımı artırması gibi -temiz havaya çıkmanın iştahı açması misali- pek çok duruma öyle çok şartlanmıştım ki, bunlar olmayınca heveslerimi bütünüyle yitirdiğimi zannettim. Kimliğimi kaybettiğimi zannettim ve bunun sosyal izolasyonun bu kendi kendineliği ile yakînen ilgili olduğunu düşünüyorum, izah ettiğim üzere.
Toparlayacak olursam, burada varmak istediğim bir nokta var. Aslında nelerden sahiden keyif aldığımızı anlamak için harika bir fırsatımız olduğu yönünde bu… Eleştirilen toplumsal normların baskısından mümkün olduğunca uzağız ve bizleri olduğumuz gibi kabul etmeye en elverişli -hiç olmazsa bizi sevmeye psikolojik, sosyolojik ve hormonal olarak yatkın- olan kimseler olan âilelerimizle birlikteyiz.
Artık Covid-19’un başında kaybettiğim iki hafta gibi üzücü gelmiyor bu altı ay bana… Çok vakit geçti şüphesiz, çok verimsiz vakitler de geçti. Ama neyi istediğimi gerçekten bilmeden oradan oraya sürükleneceğim bir ömürdense, bunları keşfedebilmek için kendimle yüzleşebilmek oldukça önemliydi. Altı aydaki vaktimin neredeyse tamamının sonu gelmez sorularla boğuşarak geçtiğini söyleyebilirim. Yine de neticede, karşıma almadan aşamayacağım şeyleri, kimi zaman zihnimin sınırlarını zorlayarak da olsa aşabildiğim -aşma yolunda adımlar atabildiğim- için, bu vaktin verimin bir parçası olduğuna inanıyorum.
Covid-19 günlüğü tutacağımı zannetmiyorum. Bununla kimseye fayda vereceğimi de zannetmiyorum. Ama benim bu süreçten öğrendiğim en büyük şey buydu, eğer illâki öğrendiklerimizi anlatmalıysak, yazmaya dâir bazı şeyleri az buçuk biliyorsam ve bildiği ile amel edene Allah bilmediklerini öğretirse, “Bunları yazmam gerekir!” dedim.
Allah Teâlâ’dan bize bilmediklerimizi öğretmesi ve bildiklerimiz ile amel etmeyi bize nasîb etmesi niyâzımla…
YORUMLAR