Mesleğim îcabı, okullarda öğrenci velîlerine yapmış olduğumuz seminerlerde âileler en fazla, çocuklarıyla aynı dili konuşamadıklarını, ellerinden kayıp gidercesine iletişimlerinin koptuğunu, dînî ve ahlâkî değerlere gereken saygıyı göstermeyip sorumsuz davrandıklarını ifade etmekteler. Bu konuda pek çok soruyu cevaplasak da bazı sorular çözümsüz kalıyor maalesef… Nitekim zamanımızın çocuklarını her geçen gün tanımakta ve anlamakta zorlanıyoruz. Meselâ bir eğitimci, bir anne, bir sosyolog olarak günlerce uykularımı kaçıran birkaç vak’ayı paylaşmak istiyorum.
Baba üniversitede hoca, anne Kur’ân Kursu öğreticisi… Çocuklar küçük yaşlardan itibaren sohbetler ve programlar içinde büyümüş, birçok alanda söz sahibi olacak kadar bilgili... Tesettür, edep, ahlâk en güzeliyle uygulandığı hâlde, namaz ve Kur’ân, hayatlarında yok denecek kadar az... Var olduğu zamanlarda da “isteksiz, heyecansız, üşenerek, âilenin ısrarlı telkinleri ile hattâ cebren”…
Bir başka misal, dindar bir âilede büyüyüp, muhafazakâr kolejlerde eğitim alarak akademik ve dînî başarısını tamamlayan, ibadetlerinde devamlı, sivil toplum kuruluşlarında gönüllü hizmetlerde bulunan çocuklar… Sözüm ona -anne-babasının hatalarından dolayı- bayramlar dâhil; sıla-i rahmi kesecek kadar küsen, eleştiren, itham edip yargılayan, hattâ cezalandıran….
Yine hayatı müslümanlara hizmetle ve sohbetlerle geçmiş bir anne-babanın dördüncü ve son çocuğu olarak İmam Hatip Lisesi’nde hâfızlık çalışacak kadar Kur’ân’la hemhâl iken üniversiteye başladığı zaman her şeyi şuurlu ve hür iradesiyle yapmak istemesi üzerine müslüman olmadığını ifade edip dînî olan her şeyi yüz üstü bırakıp terk eden.…
Örnekler, keyfiyet ve ufak tefek farklılıkları ile birbirinden ayrı olsa da, temelde birleşilen nokta, modernizmin hayatımızda ciddî bir erozyon yaptığı ve bu erozyonun altında kalan enkazdan birbirimizi tanımakta zorlanacak kadar farklı çıktığımız...
Peki, bütün bunlar, ne ara ve nasıl oldu?...
Öncelikle kabul edilmesi gereken husus, problemin büyük paydası, dün dizimizin dibinde büyüyen bu çocuklarda değil; bilâkis rızıkları ve değer yargılarıyla büyüdüğü, mürebbî olan ebeveynlerde… Nitekim bu çocuklar, anne-babalarına, Rablerini tanıtmak, korunmak ve eğitilmek üzere verildiğinde mâsum, temiz, itaatkâr ve sevgi doluydular. Evlerde gördükleri değer yargıları, sözler ve davranışlar ile şekillenip bugünlere geldiler.
Modern Hayat
Unutulmamalıdır ki, batının âile ve toplum yapısında üç yüz yılda yaşamış olduğu sosyo-kültürel değişim ve dönüşüm; bizde otuz-kırk yıl gibi kısa bir zamanda yaşanmış;[1] dilimiz dâhil, değer yargılarımız, kılık-kıyafetimiz ve evlerimiz tanınmayacak kadar alt üst edilmiştir. Bu değişimin vahâmetini, aktörleri olarak kendimizde göremesek de, ellerimizdeki ürünler/çocuklar en belirgin ispatları olmuştur.
Bu değişim ve dönüşümü, geçmişten gelen düşünce ve hayat şartlarının bugünkü teknoloji çağında fazla bir mânâ ifade etmediğini, dolayısıyla eskiye ait olan her şeyin terk edilip yeni çağda yenilikler yapmanın, farklı aktiviteler ve alışkanlıklar edinmenin kişiyi daha mutlu ve kazançlı kılacağını empoze eden modernizme borçluyuz(!).
Önce, bizi ifade eden inançlarımızı, değer yargılarımızı, alışkanlık ve âdetlerimizi eksen kaymasına uğratarak âdeta içini boşaltmış, akabinde yazılı ve görsel medya ile içinde kendimizi bulabileceğimiz farklı âile yaşantılarını, ahlâkî çarpıklıkları, müzik ve eğlence programlarıyla belletip alıştırmıştır. Özellikle modern çağın en bâriz özelliği olan “sahip olma ve sahip olduğuyla var olma mücâdelesi”; âileleri farklı bir hırsa, tüketime ve kazanma yarışına sevk etmiştir.
Tükettikçe daha fazla çalışma ihtiyacı ise kısır bir döngü oluşturmuş, evin en büyüğünden en küçüğüne kadar herkeste hızlı ve yoğun bir maraton başlamıştır. Herkes yoğunluktan şikâyet ettiği hâlde, biriktirme ve sahip olmanın verdiği hazla, daha fazla iş hayatına girilmiş; çocuklar da özgüvenli ve başarılı olma telkinleri ile sınavdan sınava, kurslardan faaliyet ve programlara koşturulmuştur.
“-Biz yapamadık, evlâtlarımız yapsın!” anlayışı ile her istekleri yapılan çocuklar, bedel ödemeden merkezde yalnızca kendilerinin olduğu “narsist” kişiler olarak büyümüştür.
İnternetin ve akıllı telefonların olmazsa olmaz olduğu günümüzde, sosyal medya paylaşımları ve tüketim, sosyal ve psikolojik tek tatmin vasıtası olarak kabul edilir hâle gelmiştir. Evlerde yenilen yemeklerden alınan hediyelere, gidilen gezmelerden âile fertlerinin varlıklarına kadar her şey, “Ben de varım, beni de görün!” kompleksine kadar gitmiş, sosyal medyada îlan edilmeye başlamıştır.
Çok ilginçtir ki, sağ elin verdiğini sol el hissetmeyecek kadar gizli yapılması tavsiye edilen iyilik ve sadakalar dahî resimlerle belgelenir duruma gelmiştir. Hayatımıza reklâm ve gösteriş bu denli hâkim olunca; ihlâs ve meveddet, sessizce evlerimizi ve gönüllerimizi terk etmiştir.
Son Kale: Âile
Aliya İzzetbegoviç’in, “Batı, hayatımızın bütün karelerine hâkim oldu. Henüz yeterince nüfuz edemediği bir âile yapımız kaldı.” sırrı da bozuldu. Nitekim son kale olan âile de işgal altındadır artık…
Âilenin “kuşatma, koruma ve yönlendirme” olan üç temel özelliği bulunmaktadır.[2] Evvelâ, çatısı altında yaşayan fertleri maddî ve mânevî yönlerden kuşatan, barındıran ve “dışarının zararlı müdahalesine bariyer olma özelliği” kayboldu. Kuşatma ile bariyer özelliği dejenere olunca, özellikle medya ve internetin zararından gereği gibi muhafaza edilemedi.
Âilenin temel kuşatıcı ve koruyucu özelliği kaybolduktan sonra ise sağlıklı yönlendirme yapılamadı; yapılsa da tesirli olamadı. Nitekim baştaki örneklerde de vurgulandığı gibi, çocukların her şeyi bilen, kabarık “ben”leri(!) ebeveynlerini dinleyip saygı duymaya müsaade etmedi!
Hz. İbrahim ve Hz. Mûsâ’lar Nerede?
Toplumsal bozulmanın en fazla çocuklara tesir ettiğini; bunda da büyük payın âile, okul ve sosyal hayat olduğunu kabul ediyoruz. Peki, dünün çocukları, bugünün gençleri çok mu mâsum? Bizim Hazret-i İbrahim, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Yûsuf gibi örneklerimiz yok muydu? Bu çocuklarımızın hiç mi temyiz gücü (hayrı-şerri birbirinden ayırt etme kabiliyeti) bulunmamakta?
Şirk toplumu içerisinde büyüyüp babasının ibadetlerini sorgulayan, düşünen, duâ eden ve putları kırarak toplumuna ders veren Hazret-i İbrahim neden örnek olmadı?
Firavun’un sarayında büyürken refah ve servete kanmayan Hazret-i Mûsâ nerede?
Gençliğinin zirvesindeyken, “Ben Allah’tan korkarım!” diye sakınıp kaçan ve gömleği arkadan yırtılan Hazret-i Yûsuf kim?
Güç ve ihtişamın tek kıstas olarak kabul edildiği Mekke’de, nefsinin ve âilesinin gücüne yenik düşmeyen Mus’ab bin Umeyr genç değil miydi?
Bugünün çocukları, eğitimlerinin ve bilgilerinin verdiği temyiz gücüyle bu örnekleri hayatlarının neresinde yerleştirdi acaba? Nitekim eğitim; meslek ve kariyer kazanmaktan ziyâde; adâlet, ehliyet ve liyâkat kazanmak için okunur.
Adâlet; hak ve hukuka uygun olmak, hak ve hukuku gözetmek, yerine getirmek, doğru düşünmek, doğru davranmaktır. İyi bir insan olmak üzere ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar sıralarda ilim okumuş, öğretmenlerini dinlemiş olan çocukların da adâletli davranmaları, hak ve hakikati gözeterek sorumluluk şuuru içerisinde olmaları beklenirdi. Nitekim âyet-i kerîmelerde:
“Biz her insanın amelini/yaptığını boynuna yükledik. Kıyamet günü, kendisine açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (el-İsrâ, 13)
“Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, bu aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.” (Fussilet, 46) buyrulmaktadır.
Zaman Tükenmeden
Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin lideri Gandhi:
“-Dünyayı değiştirmek isteyen, işe kendi nefsinden başlamalıdır.” der.
Öncelikle modern hayatın ihlâs ve samimiyetimizi aldığını, nefislerin kapitalizme yenik düştüğünü kabul etmeliyiz. Mahremin delinip reklam ve gösterişin girmesiyle ihlâsımızın zedelendiğinin farkına varmalıyız.
Bundan ilk ve öncü gayret olarak Âlemlerin Rabbi’yle yeniden, kuvvetli bir iletişim kurarak, dünyaya yalnızca ibadet ve itaat için gönderilmiş olduğumuz şuuruyla bütün sa’y ve çabanın rızâ-yı Bârî’yi kazanmak olduğunu bütün hücrelerimize nakşetmeliyiz.
Dünyevî olan işleri ise, hırsa ve konfora kapılmadan “takdir olunduğu” kadarına kanaat ederek yapmalı; bu misyon ve vizyonu önce nefislerimizde yaşamalı, sonra da âile efrâdımıza hâl lisânıyla öğretmeliyiz.
Bir kalpte iki sevgi olmayacağını; kalplerimize eşya ve konfor sevgisinin girmesiyle ihlâs ve takvânın uzaklaşacağını, bunun da zamanla âilemizde ve toplumumuzda dalga dalga genişleyeceğini unutmamalıyız.
Namaz ve İnfak
Kişilik gelişiminde namaz ve infâkın ehemmiyetine binâen, âile fertleri ile birlikte “secdelere” ve “infâka” ihtimam göstermeli, hep beraber ve gönülden devam etmeliyiz. Namazın, Âlemlerin Rabbinin özel dâveti olduğuna, infâkın zekâttan farklı olarak kişinin elinde bulunan her şeyden bir miktarının kardeşinin hakkı olduğuna inanmalı; verilenin Cenâb-ı Hakk’a, cennette alınmak üzere borç verildiği şuuruyla vermeli, vermeyi öğretmeliyiz.
Tâhâ Sûresi’nin 132. âyetinde buyrulduğu gibi:
“Âilene namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırıyoruz. Âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”
Düzenli İlim Okumak
Bedel ödemeden kazanılan hiçbir şeyin bereketli ve uzun ömürlü olamayacağı şuuruyla eğitime, eşlerden çocuklardan ve akrabalardan başlamalıyız. Herkesin kabiliyeti, başarısı ve gücü nisbetinde çalışmasına önem vermeli, takip etmeli ve yönlendirmeliyiz. Evde çocukların sosyal medyaya giremeyecek kadar zamanlarını doldurarak, düzenli ve plânlı dersler yapmalı, kabiliyetlerine göre sorumluluk yüklemeliyiz.
Anne-Baba Otoritesi Kurmak
Modernizm, toplumun çekirdeği olan âilenin kadîm değerlerini ve aslî vazifelerini hırpalarken, geçmiş dönemlerin baskıcı eğitimlerine muhalif, bugün nisbeten rahat ve özgür ortamlar sundu. Bu da âile bağlarını zayıflattı, ferdiyetçiliği artırdı. Çocuklarla arkadaş gibi yakın olmak; anne-baba saygınlığını, itaati, âdâb ve hürmet sınırlarını yok etti.
Nefis ve benliklerin sivrilmesiyle birçok zaman çocuklar rakip olarak çıktı karşımıza… “Üsve-i Hasene” olan Peygamber Efendimiz gibi, samimî ve sıcak davranmalı, ama eğitim, saygı ve terbiye sınırlarını muhafaza etmeliyiz.
Anne-babanın yalnızca şirke zorlaması durumunda kendilerine îtirazın meşru olduğu; hârici durumlarda ise anne-baba hakkının Rabbin rızâsını veya gazabını kazandıracak kadar hassas ve çetin olduğunu öğretmeliyiz. Özellikle tek ebeveynliğin arttığı günümüzde, babanın otoritesini boş bulup annenin yok sayılması/üzülmesi ne derece doğrudur? Ne derece âdildir? Hangi fakülte mezuniyeti anneye saygısızlığı meşrû kılmaktadır?
Âlemlerin Rabbi:
“İnsana, anne-babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi, onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıldır…” (Lokman, 14) buyurmuştur.
Aynı zamanda anne-babaya itaat, Kur’ân-ı Kerîm’de, îmandan sonra ikinci sırada gelmekte ve çok fazla zikredilmektedir:
“Allâh’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa… iyi davranın.” (en-Nisâ, 36) buyrulmuştur.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, anne-babaya itaat hususunda şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın rızâsı, ana-babanın rızâsında; Allâh’ın gazabı da ana-babanın gazabındadır.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1)
* * *
“Kuşkusuz ki, Allah size annelere âsî olmayı, verilecek borcun men edilip verilmemesini, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram kıldı…” (Buhârî, 13/5979)
* * *
“Büyük günahlar şunlardır: Allâh’a ortak koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” (Buhârî, Diyet, 2; Tirmizî, Tefsîru Sûre [4], 6)
Mazlumlarla Birlikte Olmak
Merhametlerinin artması, sahip olunan nîmetlerin farkında olmak için muhâcir ve mahrumiyet yaşayan âilelerle “kardeş âile” olmaya; haftanın belirli günlerinde aynı sofraya oturmaya, özel yemekleri, güzel anları onlarla paylaşmaya, böylece âile fertlerimizin diğergâm davranmalarına vesîle olmalıyız.
Bunun yanında eve sık sık misafir alarak yavrularımıza soframızı paylaşmayı, ikram ve hizmet etmeyi öğretmeli, misafirin bereketinden ve duâsından nasipdâr olmasına imkân tanımalıyız. Mümkün olursa âile büyükleriyle bir arada yaşamaya, mümkün olmazsa sık sık ziyaretlerine gitmeye veya birlikte olmaya dikkat etmeliyiz.
Âile Dostlarıyla İletişimi Artırmak
Apartman komşuları, mahalle eşrâfı, iş ve okul arkadaşı gibi güvenilir ve samimî insanlardan oluşan çevreyi artırmaya, onlarla irtibatı çeşitlendirip devam ettirmeye dikkat etmeliyiz. Özellikle hafta sonları, âile dostlarıyla ve akrabalarla birlikte program yaparak çocukların güvenilir hemcinsleri ve yaşıtları ile bir arada olmalarını sağlamalı, karşılıklı dostluk ve paylaşımlarını artırmalıyız.
Eleştirmemek
Anne-babalar olarak gerek husûsî akraba problemlerini, gerekse genel plânda müslümanların eleştirilerini evlâtların yanlarında yapmamaya özen göstermeliyiz. Onlara âile büyüklerinin ve kanaat önderleri müslümanların her hâlükârda saygılı olduğunu, bir ve bütün olduğunu bildirmeliyiz. Ne derece haklılık payı olursa olsun, onlar, en güvendikleri kimseler olan anne-babalarından yakın akrabaları ve örnek müslüman âlimler-idareciler hakkında durmadan olumsuz şeyler duymamalı; güven kaybı ve boşluk yaşamamalıdırlar.
Duâ ve Teslîmiyet
Bütün çaba ve gayretimizden sonra, babanın duâsının “peygamber duâsı” gibi makbul olduğu; annenin duâsının çocuğu demir kalkan gibi koruduğu şuuruyla evlâtlarımıza duâ etmeye ve onları el-Hafîz olan Cenâb-ı Hakk’a gönül rahatlığıyla teslim etmeye devam etmeliyiz.
[1] Ahmet Küçük, Günümüzde Âile ve Kur’an’dan Örnek Âileler, Dergi Park, 408/442.
[2] Ahmet Küçük, Kur’an’da Toplumsal Sınanma, Beyân Yayınları.
YORUMLAR