Sizden Gelenler Asrın Dramı

Hep “imtihan dünyası” der dururuz da, başımıza sıkıntılar (!) geldiğinde, nedir bu kadar dilimize doladığımız “imtihan”? Önce “sıkıntı” kelimesini açmak gerek kanaatimce. Liseyi bitiren bir öğrencinin üniversiteye girememesi mi ya da bir kaç yıl geç girmesi mi? Yoksa kendi tâbiriyle üniversiteye kapağı atmış bir öğrencinin, hayatı istediği gibi yaşaması mı? Bir gencin yüzündeki sivilceleri dert etmesi mi, gerçek derttir, yoksa yolda karşılaştığımız birinin yüzünde yanık bulunmayan tek bölgesinin gözleri olması mı?

Bir hanım, “Oğlum, kınalı kuzum askerde nasıl dayanıyor, sabahın beşinde nasıl kalkıyor, herkesle aynı yemeği nasıl yiyor?” diye ağlarken; bir şehit annesinin, “Vatan sağolsun!” cümlesini içten söylemesi, ancak içinin yanması, ekranlarda kırk beş saniye kahraman olarak gösterilen oğlunun acısına dayanamaması mı? Nedir imtihan dünyası?

Ben evde üç çeşit peynir, iki çeşit zeytin, sucuk, tereyağı, bal, reçel beğenmeyip, evden kızarak:

“-Ne bu dolap, bir şey yok!..” deyip kapıyı çekip çıkarken; dünyanın bir ucunda, belki Afrika’da, belki Filistin’de, belki Anadolu’nun ücrâ bir yerinde, belki de evimin iki sokak ötesindeki “bir insan”ın bulacağı bir ekmek kırıntısı ya da bir evden atılmış pirzolanın köpekler tarafından yarım bırakılmış kısmını araması mı? Nedir imtihan, nedir sıkıntılar? Bizi, bunalımlara sokan derdimiz, aslında ne kadar büyük bir dert?

Hani bizim karnımız tok, sırtımız pektir ya, herkesi öyle mi sanırız? Televizyonda bazen gösteri maksatlı yardım programlarında ya da haberlerin son beş dakikasında ekrana gelir ya hani; bir çocuk, aç ve susuz… Bir anne, çocuğuna iki-üç gündür yemek bulamıyor… Bir baba intihar etmiş, sebebi ise eve ekmek götürememek…

Biz bu kareleri gördüğümüzde ne yaparız? Empati kurarız! Onların yerine bir anlık da olsa kendimizi koyarız. Öyle değil mi? Çok üzülürüz, içimiz parçalanır, “Allah, o durumlara düşürmesin.” diye duâya dururuz. Duâmız bile bencillikten öyle uzaktır ki, ‘Allah o durumlara düşürmesin.’ derken sadece onları düşünür, onlara düşen millî gelir (!) miktarını daha da azaltmak istemeyiz. Ama gerçekten empati kurarız. Üzülürüz çünkü! Bir başka kanala geçinceye kadar olsa bile. Bir başka kanalda ya da bir başkasında hayvan taklidi yapan bir genç çıkar, hepimizi güldürür. Az önceki o açlık sahnesi ya da başka bir acı sahne zihnimizden silinir gider. Hayvan taklitlerinden sıkılırız bir müddet sonra; insanız sonuçta...

Başka kanallar bu konuda bire birdir. Sıkıntımıza ânında kökten çözümleri vardır. Bir kız çıkmıştır sahneye, “Bu eteğin altına çorap giymen hata, hele bu çizmeler hiç olmamış.” eleştirilerini zevkle, bütün dikkatimizle izler, biz de yorum yaparız:

“-Ayy! Bence de yaa, ne bu!..” diye.

O sırada annemiz ya da eşimiz bir çay demlemiştir, yanında antep fıstığı, fındık, badem, çekirdek… Keyfimiz iyice yerine gelir. Koltuğu da iyice ısıtmışızdır, hele de kaloriferin yanındaysak keyfimize diyecek yoktur. Televizyondaki o acı sahne, televizyonda kalmıştır. Nasıl olsa duâmızı etmişizdir, “Allah o durumlara düşürmesin.” diye… Allah Teâlâ duâmızı kabul etmiştir; garanti verilmiştir her akşam o sıcak koltukta oturmaya... Bu yüzden içimiz rahattır, kızın eteğinin altındaki çorapları beğenmezken, ayağına giyecek ayakkabı-çorap bulamayanları düşünmeyiz. “Ayakkabı da olmamış, ne bu böyle?” derken, o ayakkabıyı giyecek ayağı olmayanlar aklımızın ucundan dahî geçmez. Geçse keyfimiz kaçar zaten... Ondan dolayı da geçmez aklımızdan... Yoksa hiç mi görmeyiz gerçek hayatta, biz karda-kışta montumuza sıkı sıkı bürünürken, selpak satan bir teyze. Ama teyze aç, gözlerinden belli... Sırtında incecik bir penye, o da tam değil; yırtık, teni açıkta o soğukta... Umursamayız, hızlı adımlarla geçeriz, selpak dahî almayız. Aslında biliyorum, almak isteriz, ama durursak soğukta daha fazla üşüyeceğimizi biliriz.

İşte bizim empatimiz budur. Güçsüzlere, yoksullara empatimiz bu kadardır. Afrika’da ekmek kırıntısı bulmuş bir çocuğun sevincini, biz taa kalbimizde yaşarız! Yaşarız da bir gün oruç tutunca akşamı iple çeker, son saatlerde önümüze çıkana bağırmaya başlar, yine de dişimizi sıkar, orucumuzu tamamlarız(!)… İşte budur bizim empatimiz…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle