Osmanlı’nın adâleti, ihtişamı, şefkat ve merhameti, nasıl ki asırlar önce dünyayı kuşatmış; bugün de Osmanlı’nın evlatları ve torunları, aynı muhabbet ve merhamet kanadını dünyanın dört bir yanına uzatmanın gayreti içinde… Öyle bir muhabbet ve merhamet ki, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadîs-i şerîfini hayat düsturu edinmiş gönül erleri, Türkiye’deki sıcak evlerini, yuvalarını ve sevdiklerini sırf Allah rızası için terk etmiş, Ekvator’da, Afrika’da çileye tâlip olmuş… Biz de onları, hizmet ettikleri yerlerde görme imkânına kavuştuk.
Ne güzelmiş Allah için paylaşmak… Bu paylaşma duygusu, bize ecdâdımızın mirası… Ama insan bu mirası sahiplenirken bambaşka bir zevk, eşsiz bir lezzet ve anlatılmaz duygular yaşıyor. Biz de bu zevki bize tattıran Rabbimize şükürler içinde secdeye kapanıyoruz.
Ülkemizden kilometrelerce uzaklıkta yerleşen, dört bir tarafı ormanlı, yeşil bambu ağaçlarının sardığı Afrika kıtasının Tanzanya eyâletindeyiz.
Yıllar boyunca İngiliz sömürgesi altında ezildiklerini çok rahat fark ediyorsunuz. Çünkü bugün bile o zulmün ve sömürünün izleri mevcut… Açlık, yoksulluk, sefâlet… Çaresizlik, çamurdan zorlukla geçilen şehir caddeleri, sadece güneş ışığıyla aydınlanan üstü kamışla örtülü evler… Gözlerden, “Biz açız, kimsesiziz; yok mu elimizden tutacak kimse?” feryadı okunuyor. O yarı takatsiz, yarı ümitsiz, kaderine boyun bükmüş insanların bakışlarını görmek, içimizi yaktı.
Kulübelerin pencereleri, sağında solunda açılmış küçücük deliklerden ibaret… Güneşin ilk ışıkları, o pencerelerden içeriye giriyor ve o evde oturanlar, sabah olduğunu böylece anlayabiliyorlar. Yeni bir gün, yeni bir ümit mânâsına gelmiyor aslında… Çünkü hayatlarında değişen, değişebilecek fazla bir şey yok!..
Çoğunun evinde oturulabilecek bir kilim bile yok. Hemen hepsi, toprakta oturmaya, toprakta uyumaya alışmış.
Onların, bizim gibi, “Bugün kahvaltıda ne yesem?” dertleri yok. Çoğunlukla kahvaltı yapmaları bile imkânsız…
Darusselâm’a bağlı Mtwara’nın köylerinde yaşayan bu insanlar, sahip olduğu nimetler içinde şımarıp isyana düşen bizlere, bu tevekkül ve sabır dolu hayatlarıyla âdeta bir şamar atıyorlar. “Böyle de yaşanıyor bakın; o hâlde hep daha fazlasını istemek, bu nankörlük, şükürsüzlük niye?” diyorlar.
Quranqa Maqau köyü… Issız, sessiz, sâkin… Hiçbir hayatî faaliyeti olmayan bu köyde, büyüklerin, yaşlıların feryat dolu, âciz bakışları bir kere daha içimizi yangın yerine çevirdi. Her gittiğimiz yerde gördüğümüz bu bakışlara yavaş yavaş alışmaya başladık. Fakat yarı çıplak bebeklerin, yalın ayak çocukların, açlıktan ağlamaya bile takati kalmayan o masum bakışların sırtımıza yüklediği çok ağır bir yük var. Sizlerle paylaşmadan hafiflemeyecek bir yük!.. Onlar, daha küçücükken hayatın gerçeklerini o kadar acımasızca yaşamışlar ki, sanki hiç çocuk olmamışlar, hiç bebeklik yaşamamışlar. Hepsi doğar doğmaz büyümüş, olgunlaşmış, pişmiş…
Anneler-babalar, neredeyse hiçbir zaman çocuklarının geleceği için endişe edecek fırsata sahip olamamışlar. Çünkü onlar, bugünü yaşıyorlar; sadece bugünü… Akşama kadar hayatta kalmanın, açlığını gidermenin derdindeler… Sıra, yarına daha gelmemiş buralarda… Hepsi çaresiz bakışlarla, “Acaba bugün çocuğumun karnını nasıl doyurabilirim?” diyor.
Köyün manzarası tüyler ürpertici… Âdeta yaprak bile kımıldamıyor. Sanki bütün tabiat bile bu haksızlığa boyun eğmiş, sükûta gark olmuş.
Sefâletin son noktası diyebileceğimiz bir eve uğradık. Burası, insan olmaktan utandığımız, yerin dibine geçtiğimiz yer… Sözün bittiği nokta derler ya, işte öyle… Evin karanlığı içinde güçlükle fark edebildiğimiz, çıplak toprağın üstüne oturmuş, üstünde elbise yerine tek bir kumaş olan, gözleri görmeyen bir nine… Terk-i dünya olmuş, hiçbir isyanıi sitemkârlığı yok!.. Oturmuş, sanki köşesinde ölümün ayak seslerini bekliyor. Sanki bu dünyanın kendisine mutluluk ve imkânlar vermesinden ümidini kesmiş de âhirette kavuşacağı nimetlerin hesabını yaparcasına mütevekkil, gözleri ve gönlü, bambaşka dünyalara yelken açmış bir hanım… Fakirlik desen var, hastalık desen var, yaşlılık desen var; kimsesizlik, sahipsizlik… Sayın sayabileceğiniz kadar… Ama sanki bütün bunları, bir ömür boyu yaşayan o değilmiş gibi mütevekkil, sabır ve şükür ehli bir kadın… Gözyaşlarımıza hâkim olamadık. Sesimizin çıktığı kadar haykırmak istedik, ama olmadı. Biz de oranın dili olan, sessiz hıçkırıklarla, duyulmayan feryatlarla konuşmaya başladık. Sessizce seyrettik etrafı…
Ve bu kesif sessizliği, bir Kur’ân-ı Kerim sesi deldi; ardından çocuk sesleriyle şenlenen ilâhîler… Âdeta bütün yaşananlara karşı, zafer marşını besteliyorlardı; biz ölmedik, biz buradayız der gibi… Bir koca ağacın etrafına toplanıp hocalarının rehberliğinde ve koro hâlinde ses veren çocuklar için bu ağaç bir okul, toprak da mescid olmuştu. Küçük Ayşe’nin, her secde edişinde başına yapışan toz ve kumlar bizi, yüzyıllar ötesine, Peygamber Efendimizin mescidinde toza toprağa bulunan Ashâb-ı Suffe’ye götürdü.
Ne muazzam bir görüntü… İslâm’ın nûru, küçücük yüzlerinde yıldız gibi parlıyordu. Gülümseyerek başlarını okşadık. Lâkin insanlardan ve insanlıktan güleryüz görmeye alışmamışlar gibi, hareketlerinde bir tutukluk ve çekingenlik vardı. Elimizdeki şekerleri fark edince, tereddütlü bekleyen yüzleri bir anda gülüverdi. Bir şekerle sanki dünyalara sahip olmuş gibi sevindiler. Çocuklarımızda görmeye alışık olmadığımız bir minnettarlıkla baktılar, bakışlarıyla teşekkür ettiler bize… Evet, bir şeker onları bu kadar mutlu etmeye yetti. Ya kendi çocuklarımız? Elimizden gelen her şeyi sunmaya çalıştığımız hâlde, bir türlü kanaat edemeyen, “Ne verdin ki? Daha yok mu?” der gibi bakan çocuklarımız… Evet, çocukların da, büyüklerin de Afrika’dan öğreneceği çok şey var. Öncelikle sabır, tevekkül, kanaat…
İnsan kendisini onların yerine koymadan edemiyor. Ya onlar bizim şu an yaşadığımız şartlarda yaşasaydı, biz de onların ülkesinde dünyaya gelseydik? İnsanlardan, insanlıktan ne beklerdik acaba?
Bizim bir şekerimizle dünyalara sahip olmuş bu çocukların, dillerinden dökülen ve bizi can evimizden vuran şu cümlelerini de sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim.
“-Size çok teşekkür ederiz, bize şekerler verdiniz. Biz, bunun karşılığında size hiçbir şey veremiyoruz. Ama en azından her birimiz sizin için beş ihlas okuruz. Kabul edersiniz değil mi?”
Allâh’ım, bu nasıl bir yürek? Bu ne asil bir düşünce… Küçücük bir hediyeyi bile karşılıksız bırakmak istemiyor ve elinde verebileceği bir şey olmadığı için en azından size Kur’ân okuyayım diyor. Aslında onun, o pâk diliyle okuduğu Kur’ân bütün dünyalara bedel…
Allâh’ım, bu kardeşlerimizi sahipsiz bırakma. Onları, içinde bulunduğu bu acımasız şartlardan kurtarmak için bizlere basiret, firaset ve cömertlik gücü ver. Bizi, onların açlıktan, yoksulluktan, hastalıktan ölmeleri sebebiyle hesaba çekme!.. Yoksa hesabımız çok çetin olur. Rabbim, biz gördük, yaşadık, hissettik. Orada gördüklerimizi, kardeşlerimizle de paylaştık. Sen bize, ümmet olma şuuru nasip eyle. Bizi, bu renkleri siyah, kalpleri, dilleri bembeyaz kardeşlerimizle cennetinde haşreyle… Onları bizden râzı eyle, hakkımızda şikâyetçi kılma!.. Onları, sabreden kulların arasına dâhil eyle!.. Bizi de verdiğin nimetlerin şükrünü edâ eden kulların arasına… Âmin.
YORUMLAR