“Bil ki balta ile ağaç kesilir. Fakat ağaç tekrar yetişir. Kılıçla insan bedeninde yara açılır. Fakat kılıç yarası zamanla kapanır. Dilin açtığı yara aslâ kapanmaz, merhem de kabul etmez. Ok, insanın vücuduna saplanır, sonra çıkarılır. Fakat kişinin kalbine işleyen söz okları bir daha çıkmaz. Her yangını söndürmek mümkündür. Ateş su ile, zehir panzehir ile, hüzün sabır ile, aşk ayrılık ile hızını ve tesirini kaybeder. Fakat sözle gelen kin alevi hiç sönmez. O sebeple ağızdan çıkan söze dikkat etmek gerekir.” (Beydebâ; Kelile ve Dimne)
* * *
“Sözü, sırlar sarayının kapısı bil. Güzel bir söz işitince düşün bakalım, cennetin hangi kapısı açıldı… Kötü bir ses mi geldi, bed bir söz mü işittin; dikkat et bakalım, cehennemin hangi kapısı sana açıldı.” (Mesnevî, c: 6, 3482)
* * *
Konuşmak, derdimizi anlatmak, neye ihtiyacımız olduğunu söylemek, birine yardımcı olmak için çok kıymetli bir vasıtadır. Dünya işleri onunla halledilir. İnsanlar onunla anlaşır, onunla huzura kavuşurlar.
Konuşmak, dilin faaliyeti gibi görülür. Ağızdan çıkar sözler, görünüşte… Fakat ağızdan çıkan söz, karşımızdakinin kulağından kalbine yerleşiyorsa, konuşmak, sadece dilin faaliyeti olmasa gerektir. Eskiler:
“Kişi dilinin altında gizlidir.” demişler.
Bununla da kişinin niyeti kastedilmiştir. Niyetin yeri, gönül olduğuna göre, anlarız ki; dil, sadece gönlün âletidir. Gönülde her ne varsa, dilden o taşar. Gönül, dilin faaliyetinin kaynağıdır. Seven bir gönülden sevgi sözleri; nefret eden bir gönülden ise nefret sözleri çıkar. Kıskanç gönülden haset sözleri, kibirli bir gönülden ise küstahlık çıkar.
Bizim kullandığımız güzel kelimeler karşımızdakini onarırken, karşımızdakinin kullandığı güzel kelimeler de bizi tamir eder. Karşımızdakinin bize yönelttiği çirkin kelimeler, bizim kalbimizi bozduğu gibi, bizim çirkin kelimelerimiz de karşımızdakinin kalbini bozar.
Konuşmak öyle bir iştir ki; bizim zihniyetimizi, niyetimizi açığa çıkarırken, karşımızdaki insanın üzerinde hayır ya da şer olarak tesirini gösterir. O sebeptendir ki:
“Söz, sihirdir.” denilmiştir.
Büyülü, yani güçlü bir tesirle durumu değiştiren…
Kişinin kalbini seyretmek istiyorsanız kelimelerine dikkat ediniz. İnsan ne kadar çok kendisini kamufle etmeye çalışırsa çalışsın, gönlüne işaret eden rumuzlar taşır kelimeleri ile... Kişinin derdi, hâli; dili sayesinde anlaşılır. O zaman söz, kalbin hâlinin en büyük işaretidir. Zehir gibi kelimeler, temiz kalpli bir kişiden çıkamayacağı gibi, kötü kalpli birisi de kimseye hayırlı söz etmeyecektir. O zaman kelâm ile kalp birbiri ile çok bağlantılı. Kelâm, kalbin hâlini yansıtıyorsa eğer, kelâmı bozmak kalbi de bozmaktır.
“Boş söz” konuşan kişilerin ilk önce gönülleri darbe alır. Allah ile meşgul olması gereken, onunla îmâna erişen gönül, boş kelimelerle uğraştıkça Allah’tan uzaklaşacak ve îmânı zarar görecektir. Tasavvufî bir kaidedir ki; boş söz, kalbi öldürür. Boş olan, yani kimseye faydası olmayan söz, kalbi öldürüyorsa; insanlara zarar veren söz, kişiyi kim bilir ne hâle getirir?!
“Dil” denen sihirli âlet, kimin elinde olduğu önem arz eden bir bıçak gibidir. Yapan, inşa eden, îmar eden ya da bozan, ifsat eden… Elimizde öyle bir âlet var ki; onu kullanmasan bir türlü, kullansan bir türlü... Kullanılması gerekli yere kullanılmazsa, sahibini yaralıyor, gönlünü hasta ediyor. Kullanılmayacak yerde kullanılırsa da sahibini yaralıyor, gönlünü hasta ediyor. Olur-olmaz her şeyde, çok fazla kullanıldığı zaman sahibini duygusuz, katı kalpli yapıyor. Yerinde ve zamanında, haddini bilerek kullanılması gerekiyor.
“Konuşmak ihtiyaçsa susmak bir sanattır.” demiş Goethe.
İsteklerimizi, ihtiyaçlarımızı onunla karşılıyoruz. Lâkin yalan, gıybet, dedikodu, koğuculuk, iftira, alay etmek, övünmek de konuşarak yapılıyor ve bunların hiçbiri ihtiyaç değil!
“Keşke dili kullanma kılavuzumuz olsaydı!” diye hayıflanmak yersiz… Konuşmayı bir ilaç gibi düşünecek olursak Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde en ince ayrıntısına kadar bizlere dilin nasıl kullanılacağını bildirmişlerdir. Nerelerde kullanılır? Kullanılmayacak yerler nereleridir? Hangi durumlarda hangi dozda kullanılmalıdır? Hangi bünyeler kullanırken dikkatli olmalıdır? Çok kullanıldığı zaman ne gibi zararlar verir?
İnsanın konuşurken kullandığı kelimeler “el-Muhâsib” olan Cenâb-ı Hak tarafından kaydettirilir:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve dediklerini kayda geçen bir melek hazır bulunmasın.” (Kâf, 18)
Söylenen hiçbir söz, gök kubbede kaybolmaz.
Kişinin imtihanının çoğu dilinden olur: “Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve kalp hepsi sorumludur, mutlaka sorguya çekilecektir.” (el-İsrâ, 36)
“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur; ancak sadaka vermeyi veya bir ma’ruf (güzel-faydalı iş) işlemeyi yahut insanların arasını düzeltmeyi emreden başka… Her kim bunu Allâh’ın rızâsını arayarak yaparsa, yarın Biz ona büyük bir ecir vereceğiz.” (en-Nisâ, 114)
“Ey îman edenler! Bir topluluk, bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir nâmdır! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (el-Hucurât, 11)
“Ey îman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (el-Hucurât, 12)
“El açıp isteyeni de azarlama!” (ed-Duhâ, 10)
Âyet-i kerîmelerde açıkça görüldüğü üzere, Rabbimiz bizi dilimiz noktasında ikaz etmektedir. Onu insanları yaralamak hususunda keskin bir kılıç gibi kullanmanın, kişinin dünya ve âhiretinde büyük zararları olur.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter!” (Müslim, Mukaddime, 5)
“İnsanoğlunun konuşmaları lehine değil, aleyhinedir. Ancak iyiliği emretmek veya kötülükten men etmek için yaptığı konuşmalar bunun dışındadır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 12)
“Kim, insanların kalbini çelmek (kendine çekmek) için kelâmın (şatafatlı) kullanılışını öğrenir, (insanları bıktırırcasına) sözü gereğinden fazla uzatırsa, Allah kıyâmet günü ondan ne farz, ne nâfile hiçbir ibâdetini kabul etmez!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 86/5006)
* * *
Hamdolsun ki bizleri yaratan Cenâb-ı Hak, bize merhamet etmiş, yol göstermiş. “Aman dikkat edin!” buyurmuş.
Dilde nice hayırlar bulunduğu gibi, nice şerler de vardır; başka bir ifadeyle dil, apaçık bir “fitne” yani imtihan sebebidir:
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; çünkü şeytan aralarına girer. Kuşkusuz şeytan, insanların apaçık düşmanıdır.” (el-İsrâ, 53)
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler ve (geçerler).” (el-Furkan, 63)
“Ve onlar ki, yalan şâhitlik etmezler, mânâsız, boş bir şeye rastladıkları zaman vakar içinde geçer (gider)ler.” (el-Furkan, 72)
“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve:
«Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size… Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz.» derler.” (el-Kasas, 55)
Âyet-i kerîmeler, mü’mini “boş işlerle, boş sözlerle” meşgul olamayacak kadar vakur, ciddî ve kâmil bir insan modeli olarak târif etmiştir.
“…Hayırlı şeyler konuşmak, sükûttan daha iyidir; sükût da kötü şeyler konuşmaktan daha iyidir.” (Hâkim, III, 343; Beyhâkî, Şuâb, IV, 256/4993) buyurmuş Sevgili Peygamberimiz de ölçüyü netleştirmek için…
* * *
Dilin bir icraatı olan konuşmak; ilim, irfan, firâset, vicdan, akıl, edep, hayâ ile yapılan bir amel olursa ondan ortaya hayır çıkar. Sohbet, rûhun gıdası olur. Muhabbet ile yapılan konuşma, ömür boyu unutulmaz. Sahibine minnettar olunur.
İlim konuşmak, kalbin cilası olur. Akıl ve vicdan süzgecinden geçen konuşma, hayırları celp eder. Îmanlı bir kalp ile konuşuluyorsa, şifâ olur, huzur olur, barış olur, îman neşesi olur. Firâsetli akıl sahibi, dile kement vurur da onu nerelerde koşturacağını, nerelerde besleyeceğini, nerelerde susturacağını iyi bilir. Hattâ îmân ile dolu bir kalbin emrindeki dilden hayırdan başka şey çıkmaz.
Cehalet, nefsâniyet ve edepten uzak bir konuşmadan ise hayır çıkması mümkün değildir. Nefis ve şeytanın müdahale ettiği konuşmadan şer çıkar. Konuşma, nefsânî ise; gıybet olur, dedikodu olur, zan olur, yalan olur, alay olur, kibir olur. Öfke ve kin dolu konuşma, kişinin boynunu vurmaktan daha çok zarar verir kendisine...
Vefâ olmayan konuşmada hayır yoktur. İsyan olan konuşmada hayır yoktur. Dostluğu bitiren konuşmada hayır yoktur. Gıybet edilen konuşmada, yalan söylenen konuşmada, iftira edilen konuşmada, zanda bulunulan konuşmada, alay edilen sözler söylenen konuşmalarda hayır yoktur.
“Konuşmak yaratılıştan, susmak akıldan gelir.” der Lehmann… Konuşma ve susma işinde en büyük mihengin “akıl” olduğuna, derin bir anlayış ile işaret ederek...
Kaynağı gönül olup aklın gözetiminde kullanılması gerekli olan dil, kalbin istikametini gösteren çok önemli bir varlıktır. Kalp ki, her renge bürünen, devamlı “dönen” bir varlık olduğu için, onun istikameti için devamlı müracaat edilmesi gerekli mercî, Cenâb-ı Allah’tır. Kalp, çok çabuk bozulur, çok çabuk yörüngesini kaybeder.
Mâlâyânî kelimeler; yalan, gıybet, alay, iftira sözleri, nemîme (lâf taşıma) sözleri kalbi hasta eder. Böyle zamanlarda yine “sihirli” kelimelere ihtiyaç vardır. Tevbe ve zikir kelimeleridir bunlar... Tesbîhe, Allâh’ı anmaya her an muhtaçtır. Şaşılacak bir şey ki kelimelerle şifâ bulur, kelimelerle hastalanırız.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Allâh’ın zikri dışında çok kelâm konuşmayın. Zira Allâh’ın zikri dışında çok söz, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allâh’a en uzak olanları, kalbi katı olanlardır.” (Kütüb-i Sitte, c: 16, 5927; Tirmizî, Zühd 62/2413)
Dili çok zaman kullanmamak, sükûtu seçmek; gönlü aydınlatır. Rahmânî kelimelerin, hikmetin o kalbe yağmur gibi yağmasına sebep olur. Dili susturunca gönül, gönlü susturunca dil konuşur.
Bütün eşyanın ortak dili, gönül dilidir. Kişi sustukça gönlü incelir de kelâma gerek kalmadan konuşur. Kelâm gönülden çıkıp, gönle yerleşiyorsa, aradan kelâmı çıkararak, doğruca gönülden gönle dilsiz dudaksız konuşulur. Bu belki de kelâmın en kıymetlisi, en hikmetlisi, en harikasıdır. Kelâm sustuğu zaman gönül güçlenir; gönülden gönle, kelâm yol alır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Şems-i Tebrîzî -rahmetullâhi aleyh- kaybolduktan sonra ümmî bir kuyumcu olan Selahaddin Zerkûbî’yi kendisine hemdem ve dost seçmiş, müritlerine Selahaddin’i “şeyh” tanıyarak ona uymalarını istemiştir.
Sultan Veled’in “İbtidânâme”sinde onun irşaddaki kuvveti şöyle anlatılır:
“Onun irşadı başka bir çeşitti. Tesiri herkesten fazlaydı. Erenlerden yıllarca müddette elde edilen şey, ondan bir anda, bir nefeste elde edilirdi. Dilsiz, dudaksız sırlar söylerdi. İnsanın gönlüne seslenir gibi kulaklar bir harf duymadan, bir ses işitmeden faydalanırdı. Sözleri gönülden gönle sessiz sedasız girerdi.” (Şefik Can, Hz. Mevlânâ, sh: 66)
* * *
“Allâh’ın büyüklüğünü, yaratma gücünün sırlarını, ancak susam çiçeği gibi yüzlerce dili olduğu hâlde susan, sessiz kalan, konuşmayan kişi duyabilir.” (Mesnevî, 3/21) buyurur Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-…
Susarak mârifete ulaşan kişilerde meydana gelen bu hâl, o kişilerin susarak başkalarının gönüllerine tesir etmesini de sağlar. Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri, bir sohbetlerinde, bir câmi dolusu cemaate:
“-Bugün dersimiz susmak!..” deyip uzunca bir müddet susar.
Cemaat, onun gönlünün sesini dilsiz dudaksız dinler. Sohbet, bu hâl üzere sona erer. Cemaat, mânen gıdalanmış, gönüllerinde derin bir tesir ile sohbetten ayrılır.
Ârifler, “Dilin sükûtu, hikmeti artırır.” buyurmuşlardır.
“Kör cehâlet, çirkefleştirir insanları… Suskunluğum asâletimdendir. Her lâfa verecek bir cevabım var, lâkin lâfa bakarım lâf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye?” buyuran Hazret-i Mevlânâ; bize sözü tartmayı öğretir; tıpkı muhataplarımızın akıl, irfan ve ilimlerini tartmamız gerektiği gibi…
Fuzûlî karşısındakinin anlayışına bakıp çaresiz hâlini:
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil!” diye hülâsa etmiştir.
* * *
İnsanlar zamanla asıl olanın susmak olduğunu keşfedip “suskunlar meclisleri” kurmuşlar. Bir zamanlar İran’da âlimler ve şairler, “suskunlar meclisi” adıyla bir topluluk oluştururlar. Üye sayısı otuz kişidir ve bunu artırmazlar. Üyeliğin ilk şartı, çok düşünmek, az, ama öz yazmak ve çok az konuşmaktır.
O zamanlar meşhur şâir ve bilgin Molla Câmî, bu meclisin aşkındadır. Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke gelir. Kendisini karşılayan vazifeliye bir şey söylemeden, ismini bir kâğıda yazarak o sırada toplantı hâlinde bulunan suskunlar meclisine gönderir. Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzülürler. Molla Câmî oraya lâyık bir âlimdir, ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardır, yeni bir üye için yer yoktur. Bu sebeple meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Câmî’ye gönderir.
Hikmet ehli, firâsetli âlim durumu anlar. Bir damla daha olsa bardak taşacaktır. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverir. Bardak taşmamıştır. İçeri gönderir. Meclistekiler, bu kibar cevabın mânâsını anlamışlardır. Molla Câmî gruba kabul edilir. Kim bilir susarak neler konuşmuşlardır!..
Susmak, huyların efendisidir. Gerçekten hanımefendiler, beyefendiler susar. Beceriksizlerin, ümitsizlerin, korkakların, güçsüzlerin susması gibi susmak değildir onların sükûtu… Bir konuşacağı söze, bir de kime söyleyeceğine bakarak yutkunmaktır, şuurlu bir tercihtir asıl olan…
Konuşulması gereken yerde susandan, susulması gereken yerde konuşandan hayır gelmeyeceğine inanarak, susmak ve konuşmak fazilettir. Birilerini yıpratmak, öç almak için susmak, nefretin dışa vurmuş şeklidir. Haksızlığa, iftiraya, işkenceye karşı susmak ise, bir insanlık suçudur ve hiçbir değeri yoktur.
Şu da bir gerçektir ki; susmasını bilmek zordur. Fakat susmak, bizleri cevaba çok çabuk yaklaştırır. Mânâ âlemi, susanlar için tam kapasite çalışır.
“Lokman Hakîm tertemiz ve nur yüzlü Dâvud -aleyhisselâm-’ın yanına gitmiş, onun demirden halkalar yaptığını görmüştü. O yüce padişah, yaptığı halkaları birbirine takıyordu. Lokman zırh yapma sanatını hiç görmemişti. Bu işe şaştı kaldı. Vesveseleri de arttıkça arttı.
“-Acaba bu neye yarar, kat kat halkalarla ne yapıyor, kendisine sorsam mı?” diye hatırından geçiriyordu. Sonra kendi kendine:
“-Sabredip sormamak daha iyidir.” dedi.
Çünkü susup sabretmek, insanı arzu ve maksuduna çok daha hızlı ulaştıran bir kılavuzdur. Bir şeyi sormayınca, o şey sana daha çabuk açılır. Sabır kuşu, bütün kuşlardan daha hayırlı ve hızlı uçar. Eğer sorarsan, isteğin daha geç hâsıl olur. Çok kolay bir şey, senin sabırsızlığın yüzünden zorlaşır.
Lokman bir zaman sustu ve seyretti. Hazret-i Dâvud da işini bitirdi. Sonra yaptığı zırhı sabırla bekleyen Lokman’ın karşısında giydi.
“Yiğidim, bu zırh insanı savaşta yaralanmaktan koruyan bir elbisedir!” dedi. (Mesnevî, 3/1842)
* * *
“Sabır ve sükût, ilâhî rahmete sebep olur. Belirti ve şahit arayışın, aceleci davranışın, sendeki mânevî hastalığın eseridir. «Susun!» âyetindeki emri kabul et ki, susmanın karşılığında senin de canına Sevgiliden ilâhî bir lütuf gelsin.” (Mesnevî, 3/2725)
* * *
Sırlar âleminin sahibi Cenâb-ı Hak, bizlere sırrını ifşâ etsin de susarak kelâm eden, susarak gönüllere tesir eden ledün ilminin sultanları ile hemhâl eylesin. Kelâmı kibar olanı dinletsin, sohbetinden istifade ettirsin. Biz âcizleri de onların istikametinde gezdirsin. Yerince susan, yerince konuşanlardan eylesin. Âmin.
YORUMLAR