SIRADIŞI SALGIN ÜZERİNE TEFEKKÜR DENEMELERİ
Saniyeler içerisinde değişen dünya ve ülke gündemi, bu satırları okuduğunuzda ne minvalde olacak bilemiyorum. Lâkin yine de şu anki duygularıma tercüman olması temennîsiyle birkaç kelâm etmek istiyorum.[1]
1999 depreminden sonra, Yuvamız Dergisi’nde yayımlanmak üzere hazırlamış olduğum yazıda, âfet sonrası tefekkürlerimi paylaşmıştım. Sürekli bir artçı sarsıntı beklentisi içinde geçen günlerde, sapasağlam bir yeryüzüne basabilmenin ne büyük nîmet olduğunu fark edişimizden bahsetmiştim. Herhangi bir nîmetin kısa süreliğine de olsa elimizden alınması; bir anda o güzelliklerin, değerlerin önemi üzerinde, kendi ellerimizle var ettiğimiz gaflet perdelerinin kalkmasına vesîle olabilmekte…
“Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette,
Âlim ki hayreti yok; ne boş yere gayrette?” diyor ya Üstad Necip Fazıl…
Nîmetler elimizde iken âlemi ibret ve hayranlıkla, uyanıklıkla ne kadar temâşâ edebilir, düşüncemizin kalitesini ne kadar artırabilirsek o denli kârda olacak; yaratılış gayemizin ve sahip olduğumuz donanımların hakkını bir nebze vermiş olacağız, inşâallah.
Tefekkür de bir kulluk tezâhürü. “Kudretine hayran olup, önünde diz çöküyorum!” diyor ya bir ezgi mısraında… Hakikaten de diz çöküp, öylece donup kalıyorsunuz kimi zaman... Başınız ellerinizin arasında saatlerce düşünseniz, ardı ardına sıralanıyor ibret levhaları…
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, «Doğrusu biz Allâh’a âidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz.» derler. İşte Rablerinin lûtfu ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (el-Bakara, 155-157) âyet-i kerîmelerine, ilk kez okuyormuşçasına bir bakalım birlikte…
Rabbimizin her işi hikmetli olduğu gibi, birkaç madde sıraladığı âyet-i kerîmelerdeki kelimelerin dizilişi de mesajlar içermekte şüphesiz. Dolayısıyla âyetlerde ilk önce zikredilen sınanma konusu, korku…
Bütün dünyanın gündeminde birinci sıraya bu kadar hızla oturan bir meseleye ilk kez şahit oluyoruz. İletişim çağının getirdiği, haberlere ânında ulaşmanın da desteklediği bir dalganın içerisindeyiz. Dünyanın savaştığı virüsten önce, korkusu yayıldı her yere... Bir bilim kurgu filminde bile, hâdiselerin akıl almaz gelişmesi nasıl nefesimizi keser, değil mi? Bütün gerçekliğiyle karşımızda olan çok yönlü bir mesele ve neticeleri ise; ruh dünyamızı allak bullak etmeye yetip artmakta…
Bugün 19 Mart... Günler önce Cuma namazının ve cemaatle namazın kılınmaması tedbirini alan Diyanet İşleri Başkanlığı, câmi ve mescitlerin kapatılacağını duyurdu. Sohbet meclislerine ve bütün kültür faaliyetlerine ara verildi. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî, günlerdir mahzun, umre seferleri durdu. Bu ve benzeri hâdiselerin gerçekleşeceği bize önceden söylenseydi, “Yok artık canım!” diyebilirdik çoğumuz... Ama içinde yaşayınca çaresizlik ve şaşkınlıkla izleyip; duâyı ve tedbiri artırmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden…
Âyetin bütün maddeleri, zaten dünyada yer yer ferdî ya da toplumsal olarak yaşanan imtihanlar olmakla birlikte, dünyanın hepsini bir anda kasıp kavurması, hızla etkisi altına alıp hayatı baştan sona değiştirmesi bir ilk, diyebiliriz... Bitiş cümlesi ise içimize su serpip, yol haritamızı çizmekte: “Sabredenleri müjdele…”
“Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” buyuruyor ya, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Musibet ânında isyana düşmeden, ifrat ve tefrite meyletmeden sırat-ı müstakîm üzere olmak ve müslüman duruşu sergilemekle mükellefiz; bununla imtihan oluyoruz.
Her birimizin farklı imtihanları var, mâlum… Dünya ölçeğinde bir imtihandan geçmekse tefekkürün boyutunu farklılaştırmakta... Müjdeyi hak edecek sabrı gösterenlerin hususiyetleri ise bir sonraki âyette açıklanmakta... Bir musibete dûçâr olunca, “Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz” diyerek sabredenler müjdeleniyor.
“Onlar böyle derler.” ifadesinin altında, “Böyle deyin! Bu deyişinizle uyumlu hareketler sergileyin.” mânâsı bulunduğunu biliyoruz.
Musibetin hayatımızın ortasına âniden düştüğü anda kendimizi toplayıp, yaratılış gayemizi âdeta telkin hâlinde tekrarlamanın, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmamanın bir alıştırması bu... İnsan bazen, pergelin sabit ayağını olması gereken yerden kaydırabiliyor çünkü, Allah muhafaza... Telâşa kapılıp panikleyerek zikzaklar çizebiliyor. Böyle olmasını engellemek ya da en aza indirmek için sonlu olduğumuzu, burada zaten geçici bir süre ve imtihan için bulunduğumuzu, bütün bu olan bitenlerin de sürecin bir parçası olduğunu düşünmeye davet ediliyoruz. Her an ölecekmiş gibi yaşamayı başaranları, Rabbe kavuşmayı umut etmenin ferahlatıcı atmosferi sarıp sarmalamakta… Dünyevîleşmiş, hedefinden sapmalar yaşayanlar içinse bir îkaz söz konusu olmakta…
Bütün yaşananlar, bizim ekstra puanlar kazanmamız için bir fırsat… Bunu ya fark edip normal zamanlarda alamayacağımız kadar sevaplar alarak kârlı çıkarız ya da hadiseye takılıp ardındaki mesaj ve soruları okuyamayarak bir nevî “mahrumiyet zammı”ndan mahrum kalırız.
Her gün beş vakit namazımızın rekâtlarının hepsinde “İhdinâ: Bizi hidâyete eriştir!” duâsıyla istediğimiz gerçek hidâyete kavuşanların, işte bu sabreden kişiler olduğunu müjdeliyor ardından Cenâb-ı Hak… Sabredip, bunu da âdeta bir sloganla ilân edenlere lûtfunu ve rahmetini vaad ederek hedefe kilitlenmemiz için teşvik ediyor. Allah Teâlâ cümlemize, bu müjdelenen seçkin kullardan olmayı nasip eylesin.
Sabretmekle mükellef olduğumuz bu imtihanın temelinde, insanlıkta eşimiz olan bütün dünya insanlarıyla birlikte, hepimizin hidâyeti için sözlü ve fiilî duâyı ihmal edişimizin de büyük payı olduğunu düşünüyorum. “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” mantığının, müslümana zaten yakışmayacağı mâlum… Fakat dünyanın bir ucunda işlenen yanlış ve ihmallerden, öteki ucundakilerin dalga dalga etkilenmesine, böyle büyük çapta hiç şahit olmamıştık. Âhirzamanın hızlı ulaşım vasıtaları, büyük bir nîmet olmalarının yanı sıra, salgını hızla yayan bir dezavantaj olarak karşımıza çıkıverdi ayrıca…
Filistin, Doğu Türkistan, Myanmar, Mısır, Suriye ve Afrika’da çeşitli şekillerde sergilenen imtihanlarda pek çok kardeşimiz hep ölümle burun buruna bir hayatı yaşamak zorunda bırakıldı. 2019’un sonlarından itibaren başlayıp dünyanın derdi hâline gelen bu hastalık sebebiyle; yöneten-yönetilen demeden her sınıf insan, canının derdine düştü bir anda…
“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin bir vücut gibi olduklarını görürsün!.. (Bu vücûdun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Bu hadîs-i şerîfi hayata geçirip imkânlarımızı seferber etmekte, onlar için endişe ve ıztırap duyarak cân u gönülden ısrarlı duâlar etmekte eksiklerimiz olduğu muhakkak, maalesef… Kendimiz için istediğimizi din kardeşimiz için de istemedikçe gerçek mü’min olamayacağımızı bilmemize rağmen, hayatın koşuşturmacaları arasında çoğu zaman kendi isteklerimiz ve rahatımız hep ön plânda kaldı.
Canhıraş bir mücadele yerine, bazen unutarak, bazen de yapabileceklerimizin en azıyla yetinerek; imkân ve kâbiliyetlerimiz nisbetinde bir seferberliği başaramadık. Ama can tehlikesinin bizzat kapımızı çalması an meselesi hâline gelince, pişmanlıklar ardı arkasına gelmeye başladı.
“-Ben, sıcacık, konforlu evimde bile dışarı çıkmamam gerektiğinde ortaya çıkan problemleri yönetmekte «Uf-puf!» ederken; bombaların gölgesinde, zâlimlerin pençesinde ya da açlık ve susuzlukla mücadele eden kardeşlerim ne sıkıntılar çektiler, kim bilir?” demeye başladık.
Ayrıca, tarihte ve günümüzde, dünyanın farklı yerlerindeki mazlum müslümanların[2] zindan hatıraları ile sadece evimizden çıkamayışımızla girdiğimiz ruh hâlinin kıyaslanmaya çalışılmasının bile şımarıklık olacağını fark ettik.
“Hakkınızda hayırlı olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216) âyeti de, hâdiseleri kendi dar perspektifimizle değerlendirirken, perde arkasında pek çok hikmetin bulunabileceğine dikkat çekmekte...
Bu sıradışı günlerdeki hikmetleri ya da dersleri görebilmek için herkes kendi penceresinden farklı tefekkürler geliştirmiş ya da geliştirmeye devam edecektir mutlaka... Biz de birkaçını saymaya çalışalım:
1) Âilemizle bu kadar uzun süre bir arada olmak için imkânları zorlamadığımızı fark ettik. (Her zamanki gibi önce kendi nefsime söylediğimi belirtmek istiyorum.) Hayat imtihanımızda birinci sorumluluğumuz olan âilemize yeteri kadar zaman ayırmadığımızı, gönüllerine, ruh dünyalarına dokunamadığımızı; ikinci-üçüncü derecede olması gereken yoğunluklarımız (!) yüzünden nice güzellikleri ıskaladığımızı hissettik.
2) Gerek âile fertlerimizle, gerek arkadaşlarımızla, herhangi bir ölümcül virüs endişemiz olmaksızın can u gönülden kucaklaşmanın, vakit geçirmenin ne büyük nîmet olduğunu fark ettik. “Acaba farkında olmadan taşıyıcı olabilir miyim, zarar verir miyim?” endişesiyle mesafeli durmak zorunda olduğumuz bugünlerde, böylesi nîmetlerin kadrini idrâk ettik. Bir arkadaşımıza ya da akrabamıza “Müsaitsen sana çay içmeye geliyorum.” diyebilmenin, çıkıp ferahça dolaşabilmenin farkında olmadığımız ne büyük bir hürriyet ve imkân olduğuna şahit olduk.
3) Câmileri dolduran coşkulu kalabalıkların, sohbet meclislerinin, kültür faaliyetlerinin, özellikle tarihî bir cami ya da türbe ziyaretinde duyduğumuz huzurun ne güzel fırsatlar olduğunu hatırladık. İmkân bulduğumuzda umreye gidebilmenin, dünya milletleriyle kardeşliği paylaşmanın güzelliğini buruk ve mahzun duygularla yâd ettik. (Devam edecek)
[1] “Bir Mübarek Sefer Hakkında Hasbihâl” isimli yazı dizimize, önümüzdeki aylarda devam edeceğiz, inşâallah…
[2] Zeynep Gazâlî, Seyyid Kutup, Necip Fâzıl, Muhammed Mursî ve niceleri… Allâh’ın rahmeti üzerlerine olsun.
Saniyeler içerisinde değişen dünya ve ülke gündemi, bu satırları okuduğunuzda ne minvalde olacak bilemiyorum. Lâkin yine de şu anki duygularıma tercüman olması temennîsiyle birkaç kelâm etmek istiyorum.[1]
1999 depreminden sonra, Yuvamız Dergisi’nde yayımlanmak üzere hazırlamış olduğum yazıda, âfet sonrası tefekkürlerimi paylaşmıştım. Sürekli bir artçı sarsıntı beklentisi içinde geçen günlerde, sapasağlam bir yeryüzüne basabilmenin ne büyük nîmet olduğunu fark edişimizden bahsetmiştim. Herhangi bir nîmetin kısa süreliğine de olsa elimizden alınması; bir anda o güzelliklerin, değerlerin önemi üzerinde, kendi ellerimizle var ettiğimiz gaflet perdelerinin kalkmasına vesîle olabilmekte…
“Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette,
Âlim ki hayreti yok; ne boş yere gayrette?” diyor ya Üstad Necip Fazıl…
Nîmetler elimizde iken âlemi ibret ve hayranlıkla, uyanıklıkla ne kadar temâşâ edebilir, düşüncemizin kalitesini ne kadar artırabilirsek o denli kârda olacak; yaratılış gayemizin ve sahip olduğumuz donanımların hakkını bir nebze vermiş olacağız, inşâallah.
Tefekkür de bir kulluk tezâhürü. “Kudretine hayran olup, önünde diz çöküyorum!” diyor ya bir ezgi mısraında… Hakikaten de diz çöküp, öylece donup kalıyorsunuz kimi zaman... Başınız ellerinizin arasında saatlerce düşünseniz, ardı ardına sıralanıyor ibret levhaları…
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, «Doğrusu biz Allâh’a âidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz.» derler. İşte Rablerinin lûtfu ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (el-Bakara, 155-157) âyet-i kerîmelerine, ilk kez okuyormuşçasına bir bakalım birlikte…
Rabbimizin her işi hikmetli olduğu gibi, birkaç madde sıraladığı âyet-i kerîmelerdeki kelimelerin dizilişi de mesajlar içermekte şüphesiz. Dolayısıyla âyetlerde ilk önce zikredilen sınanma konusu, korku…
Bütün dünyanın gündeminde birinci sıraya bu kadar hızla oturan bir meseleye ilk kez şahit oluyoruz. İletişim çağının getirdiği, haberlere ânında ulaşmanın da desteklediği bir dalganın içerisindeyiz. Dünyanın savaştığı virüsten önce, korkusu yayıldı her yere... Bir bilim kurgu filminde bile, hâdiselerin akıl almaz gelişmesi nasıl nefesimizi keser, değil mi? Bütün gerçekliğiyle karşımızda olan çok yönlü bir mesele ve neticeleri ise; ruh dünyamızı allak bullak etmeye yetip artmakta…
Bugün 19 Mart... Günler önce Cuma namazının ve cemaatle namazın kılınmaması tedbirini alan Diyanet İşleri Başkanlığı, câmi ve mescitlerin kapatılacağını duyurdu. Sohbet meclislerine ve bütün kültür faaliyetlerine ara verildi. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî, günlerdir mahzun, umre seferleri durdu. Bu ve benzeri hâdiselerin gerçekleşeceği bize önceden söylenseydi, “Yok artık canım!” diyebilirdik çoğumuz... Ama içinde yaşayınca çaresizlik ve şaşkınlıkla izleyip; duâyı ve tedbiri artırmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden…
Âyetin bütün maddeleri, zaten dünyada yer yer ferdî ya da toplumsal olarak yaşanan imtihanlar olmakla birlikte, dünyanın hepsini bir anda kasıp kavurması, hızla etkisi altına alıp hayatı baştan sona değiştirmesi bir ilk, diyebiliriz... Bitiş cümlesi ise içimize su serpip, yol haritamızı çizmekte: “Sabredenleri müjdele…”
“Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” buyuruyor ya, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Musibet ânında isyana düşmeden, ifrat ve tefrite meyletmeden sırat-ı müstakîm üzere olmak ve müslüman duruşu sergilemekle mükellefiz; bununla imtihan oluyoruz.
Her birimizin farklı imtihanları var, mâlum… Dünya ölçeğinde bir imtihandan geçmekse tefekkürün boyutunu farklılaştırmakta... Müjdeyi hak edecek sabrı gösterenlerin hususiyetleri ise bir sonraki âyette açıklanmakta... Bir musibete dûçâr olunca, “Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz” diyerek sabredenler müjdeleniyor.
“Onlar böyle derler.” ifadesinin altında, “Böyle deyin! Bu deyişinizle uyumlu hareketler sergileyin.” mânâsı bulunduğunu biliyoruz.
Musibetin hayatımızın ortasına âniden düştüğü anda kendimizi toplayıp, yaratılış gayemizi âdeta telkin hâlinde tekrarlamanın, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmamanın bir alıştırması bu... İnsan bazen, pergelin sabit ayağını olması gereken yerden kaydırabiliyor çünkü, Allah muhafaza... Telâşa kapılıp panikleyerek zikzaklar çizebiliyor. Böyle olmasını engellemek ya da en aza indirmek için sonlu olduğumuzu, burada zaten geçici bir süre ve imtihan için bulunduğumuzu, bütün bu olan bitenlerin de sürecin bir parçası olduğunu düşünmeye davet ediliyoruz. Her an ölecekmiş gibi yaşamayı başaranları, Rabbe kavuşmayı umut etmenin ferahlatıcı atmosferi sarıp sarmalamakta… Dünyevîleşmiş, hedefinden sapmalar yaşayanlar içinse bir îkaz söz konusu olmakta…
Bütün yaşananlar, bizim ekstra puanlar kazanmamız için bir fırsat… Bunu ya fark edip normal zamanlarda alamayacağımız kadar sevaplar alarak kârlı çıkarız ya da hadiseye takılıp ardındaki mesaj ve soruları okuyamayarak bir nevî “mahrumiyet zammı”ndan mahrum kalırız.
Her gün beş vakit namazımızın rekâtlarının hepsinde “İhdinâ: Bizi hidâyete eriştir!” duâsıyla istediğimiz gerçek hidâyete kavuşanların, işte bu sabreden kişiler olduğunu müjdeliyor ardından Cenâb-ı Hak… Sabredip, bunu da âdeta bir sloganla ilân edenlere lûtfunu ve rahmetini vaad ederek hedefe kilitlenmemiz için teşvik ediyor. Allah Teâlâ cümlemize, bu müjdelenen seçkin kullardan olmayı nasip eylesin.
Sabretmekle mükellef olduğumuz bu imtihanın temelinde, insanlıkta eşimiz olan bütün dünya insanlarıyla birlikte, hepimizin hidâyeti için sözlü ve fiilî duâyı ihmal edişimizin de büyük payı olduğunu düşünüyorum. “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” mantığının, müslümana zaten yakışmayacağı mâlum… Fakat dünyanın bir ucunda işlenen yanlış ve ihmallerden, öteki ucundakilerin dalga dalga etkilenmesine, böyle büyük çapta hiç şahit olmamıştık. Âhirzamanın hızlı ulaşım vasıtaları, büyük bir nîmet olmalarının yanı sıra, salgını hızla yayan bir dezavantaj olarak karşımıza çıkıverdi ayrıca…
Filistin, Doğu Türkistan, Myanmar, Mısır, Suriye ve Afrika’da çeşitli şekillerde sergilenen imtihanlarda pek çok kardeşimiz hep ölümle burun buruna bir hayatı yaşamak zorunda bırakıldı. 2019’un sonlarından itibaren başlayıp dünyanın derdi hâline gelen bu hastalık sebebiyle; yöneten-yönetilen demeden her sınıf insan, canının derdine düştü bir anda…
“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin bir vücut gibi olduklarını görürsün!.. (Bu vücûdun) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Bu hadîs-i şerîfi hayata geçirip imkânlarımızı seferber etmekte, onlar için endişe ve ıztırap duyarak cân u gönülden ısrarlı duâlar etmekte eksiklerimiz olduğu muhakkak, maalesef… Kendimiz için istediğimizi din kardeşimiz için de istemedikçe gerçek mü’min olamayacağımızı bilmemize rağmen, hayatın koşuşturmacaları arasında çoğu zaman kendi isteklerimiz ve rahatımız hep ön plânda kaldı.
Canhıraş bir mücadele yerine, bazen unutarak, bazen de yapabileceklerimizin en azıyla yetinerek; imkân ve kâbiliyetlerimiz nisbetinde bir seferberliği başaramadık. Ama can tehlikesinin bizzat kapımızı çalması an meselesi hâline gelince, pişmanlıklar ardı arkasına gelmeye başladı.
“-Ben, sıcacık, konforlu evimde bile dışarı çıkmamam gerektiğinde ortaya çıkan problemleri yönetmekte «Uf-puf!» ederken; bombaların gölgesinde, zâlimlerin pençesinde ya da açlık ve susuzlukla mücadele eden kardeşlerim ne sıkıntılar çektiler, kim bilir?” demeye başladık.
Ayrıca, tarihte ve günümüzde, dünyanın farklı yerlerindeki mazlum müslümanların[2] zindan hatıraları ile sadece evimizden çıkamayışımızla girdiğimiz ruh hâlinin kıyaslanmaya çalışılmasının bile şımarıklık olacağını fark ettik.
“Hakkınızda hayırlı olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216) âyeti de, hâdiseleri kendi dar perspektifimizle değerlendirirken, perde arkasında pek çok hikmetin bulunabileceğine dikkat çekmekte...
Bu sıradışı günlerdeki hikmetleri ya da dersleri görebilmek için herkes kendi penceresinden farklı tefekkürler geliştirmiş ya da geliştirmeye devam edecektir mutlaka... Biz de birkaçını saymaya çalışalım:
1) Âilemizle bu kadar uzun süre bir arada olmak için imkânları zorlamadığımızı fark ettik. (Her zamanki gibi önce kendi nefsime söylediğimi belirtmek istiyorum.) Hayat imtihanımızda birinci sorumluluğumuz olan âilemize yeteri kadar zaman ayırmadığımızı, gönüllerine, ruh dünyalarına dokunamadığımızı; ikinci-üçüncü derecede olması gereken yoğunluklarımız (!) yüzünden nice güzellikleri ıskaladığımızı hissettik.
2) Gerek âile fertlerimizle, gerek arkadaşlarımızla, herhangi bir ölümcül virüs endişemiz olmaksızın can u gönülden kucaklaşmanın, vakit geçirmenin ne büyük nîmet olduğunu fark ettik. “Acaba farkında olmadan taşıyıcı olabilir miyim, zarar verir miyim?” endişesiyle mesafeli durmak zorunda olduğumuz bugünlerde, böylesi nîmetlerin kadrini idrâk ettik. Bir arkadaşımıza ya da akrabamıza “Müsaitsen sana çay içmeye geliyorum.” diyebilmenin, çıkıp ferahça dolaşabilmenin farkında olmadığımız ne büyük bir hürriyet ve imkân olduğuna şahit olduk.
3) Câmileri dolduran coşkulu kalabalıkların, sohbet meclislerinin, kültür faaliyetlerinin, özellikle tarihî bir cami ya da türbe ziyaretinde duyduğumuz huzurun ne güzel fırsatlar olduğunu hatırladık. İmkân bulduğumuzda umreye gidebilmenin, dünya milletleriyle kardeşliği paylaşmanın güzelliğini buruk ve mahzun duygularla yâd ettik. (Devam edecek)
[1] “Bir Mübarek Sefer Hakkında Hasbihâl” isimli yazı dizimize, önümüzdeki aylarda devam edeceğiz, inşâallah…
[2] Zeynep Gazâlî, Seyyid Kutup, Necip Fâzıl, Muhammed Mursî ve niceleri… Allâh’ın rahmeti üzerlerine olsun.
YORUMLAR