Ârifler dediler ki; “Hür kimselerin göğüsleri, sırların kabirleridir.”
Ârifler dediler ki; “Eğer düğmem sırrımı bilirse, onu koparır atardım.”
Abdullah bin Mübârek -rahmetullâhi aleyh- söylemiştir ki; “Duyduğunu saklamaya ancak, nesebi sahih olanın gücü yeter.”
Sır, gizli kalması ve herkese söylenmemesi gereken şeydir. Bütün sırlar, Cenâb-ı Allâh’a hâzır ve nâzır; bizlere ise, söylenmedikçe gâiptir. Sırların en iyi bileni Allah’tır.
Sırrının sahibi olmak, akıllı insanın alametidir. Zevzek ve geveze insanlar sır tutamaz; bu hâl, onların ahmaklığının işarettir. Sır tutmak, güçlü bir irâde ister, nefsinin kontrolünü elinde tutanlar sır tutarlar. Başkasının gizlilerini araştırmak, sırrına ulaşmaya çalışmak, ağır bir vebaldir.
Taşınması en ağır yük, sırdır. Sırlar, en ağır emanettir. Sırrı ifşâ etmek, emanete hıyanettir. Emânete riâyet etmek, mü’minlik alâmeti; emanete hıyanet ise, münafıklık alâmetidir.
Hikmet ehli diyor ki:
“-Sırrını hiç kimseye söyleme! Akıllıya söylersen, seni zelil görür. Ahmağa söylersen, başkalarına söyleyerek sana hıyanet eder. Sırrını söylersen, senin kendi gönlüne sığmadı demektir. Başkasının gönlüne sığmasını nasıl beklersin? Kendi sırrına senin gönlün dar gelirse, başkasının gönlü geniş gelir diye hiç bekleme. Otur kendini ayıpla!”
Hasan Basrî Hazretleri:
“-Arkadaşının sırrını söylemen hainliktir.” demiştir.
Kişiye ait özel bir sırrın ifşâ edilmesi ile ferdin haysiyeti, onuru ile oynanmış olur. Âileye ait sırların ifşâ edilmesi de âilenin haysiyetini zedeler. Topluma ait sırların ifşâsı, millî haysiyetin, milletin itibarının yok edilmeye çalışılması demektir.
Muâviye -radıyallâhu anh-, kardeşi Utbe’nin oğlu Velid’e bir sırrını söyler. Sırrı işiten Velid, hemen babasına gider ve:
“-Mü’minlerin emîri, bana bir sırrını söyledi. Ben onun başkasından gizlediklerini senden gizlemediğini bildiğim için bu sırrı sana söyleyeyim mi?”
Bu söz, babasının hiç hoşuna gitmez:
“-O sırrı ne bana, ne bir başkasına söyleme!.. Sırrı sakladığın müddetçe o senin elindedir. O sırrı açıklarsan an gelir, senin aleyhine olur.”
Bunun üzerine Velid:
“-Bu durum, baba ile oğul arasında da var mıdır? Onlar da an gelip birbirlerinin sırlarını bildikleri için, birbirlerinin aleyhine davranırlar mı?”
Babası ise:
“-Böylesi hainlik; baba ile oğul arasında gelişmez. Lâkin ben senin dilini, sırları söylemek sûreti ile başıboşluğa alıştırmanı istemem.”
Babası ile arasında geçen bu konuşmayı amcası Muâviye’ye bildiren Velid’e amcası şunları söyler:
“-Baban seni bir yanlışın köleliğinden âzâd etmiş. Sırrı açıklamak hâinliktir.”
Bir babanın ve annenin evlâdına öğreteceği en önemli şeylerden biri, sır saklamasını öğretmektir.
Yeni evli hanımların bazıları, evlerinde eşleri ile olan biten her şeyi annelerine; anne bir tarafa, arkadaşlarına dahî anlatır, bütün mahrem sırlarını ifşâ ederler. Aralarında geçen tartışmaları, eşlerinin anne ve babalarına ne dediğinden, onları sevip sevmediğine kadar… Ana-babalar da, evlâtlarının bu söylediklerine:
“-Sus evlâdım! Bunlar anne ve babaya anlatılacak şeyler değildir. İnsan öfke ile söyleyebilir. Sana her duyduğunu anlatmak yakışmaz…” demezler pek...
Damatlarına ya da gelinlerine, evlâtlarının sözleri ile düşman olan ana-babalar, ayrılık çanları çaldığı zaman boşanmanın en büyük taraftarı olurlar. Kendi dili ile yuvasını yıkmak bu olsa gerektir.
“…Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız…” (el-Bakara, 187)
Karı-kocanın en mahrem hâlleri esnasında aralarında geçenleri, özel konuşmaları başkalarına anlatması haramdır. Bunlar, karı-kocaya emanet edilen, gizlenmesi gereken âile sırlarıdır. Bu sırlar, mahremiyeti olan sırlardır ve bunları deşifre etmek, emanete hıyanettir. Bu konu ancak sağlık problemleri, tıbbî zarûrete binâen sadece ehline ve edep sınırları içinde açıklanabilir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaz kıldı, selâm verince ashâbına döndü ve şöyle buyurdu:
“-Yerinizde durun! Acaba içinizde şöyle bir erkek var mı? Âilesinin yanına varınca kapısını kapatır, perdesini indirir. (Münasebet kurduktan) sonra da dışarı çıkar ve: «Ben karımla şöyle şöyle yaptım!» diye anlatır.”
Orada bulunanlar sustular. Sonra kadınlara yöneldi ve:
“-Sizden böyle konuşanlar var mı?” diye sordu.
Bunun üzerine bir genç kız, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisini görmesi ve sözünü işitmesi için bir dizi üzerine dikilerek uzandı ve:
“-Evet, vallâhi! Erkekler konuşuyorlar, kadınlar da konuşuyorlar!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Böyle yapanın durumu neye benzer biliyor musunuz? Şüphesiz böyle yapan kimse, herkesin gözü önünde ihtiyaçlarını gideren, işlerini gören erkek şeytan ile dişi şeytana benzer.” (Ahmed bin Hanbel, II, 541; Ebû Dâvud, Nikâh, 50)
Ebû Said el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah nezdinde mevkii en kötü olacak (başka bir rivayette ise, emanete hıyanetin en büyüğü) insanlardan biri, karısı ile beraber olduktan sonra, onun sırrını ifşâ edendir.” (Müslim, Nikâh, 123-124; Ebû Dâvûd, Edeb, 32; Ahmed bin Hanbel, III, 69)
Bir kadının, bir başka kadının özelliklerini kocasına anlatması da haramdır. Abdullah bin Mes’ud -radıyallâhu anh-’dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz:
“-Kadın, kadına çıplak dokunmasın! Sonra kadın, bir başka kadının özelliklerini kocası onu görüyormuşcasına anlatır da fitne ve fesada, bir kötülüğe sebep olur.” (Buhârî, Nikâh, 118; Ebû Dâvud, Nikâh, 43; Ahmed b. Hanbel, I, 380)
Bunları anlatan kişilerin dilleri, dinleyen kişilerin ise kulakları fuhuş yapmış olur. Bugün televizyonlarda, dizi ve magazin programlarında başkalarının özel hayatlarının, mahrem konularının dinlenip seyredilmesi, kişiyi îmânen zaafiyete düşürür. Bu özellikler, câhiliye döneminin özellikleri olduğu için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlarla mücâdele etmiştir.
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Basra’da kendisine, kırk yıl boyunca öğrencilik ve arkadaşlık etmiş olan Sâbit el-Bünânî’ye şu hatırasını anlatır:
“Bir gün Rasûlullah Efendimiz’in hizmetini gördüm. Kaylûle uykusuna çekilip istirahat edeceklerini bildiğim için sokağa çıktım, arkadaşlarımın oyununa daldım. Peygamber Efendimiz yanımıza kadar çıkageldi. Bütün çocuklara selâm verdikten sonra, beni bir ihtiyaç için gönderdi. İşimi bitirip Efendimize durumu bildirdikten sonra evimize gittim. Geç kaldığım için merakta kalan anneme son anda Rasulullah Efendimiz’in bir vazife verdiğini söyledim. Annem:
“-Nedir o iş?” diye sorunca:
“-Söyleyemem, Peygamberimizin sırrıdır.” diye cevap verdim.
Bunun üzerine annem, bana:
“-Âferin. Peygamberimizin sırrını koru, kimseye söyleme!” dedi.
O günden bugüne, Peygamberimizin bu sırrını hiç kimseye söylemedim. Sâbit’in merakını fark eden Enes bin Mâlik ona:
“-Biliyor musun Sabit, bu sırrı birine söyleyecek olsaydım, sana söylerdim.” dedi, fakat ona da söylemedi. (Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 145, 146)
* * *
“Sır saklamak, rûhu olgunlaştırır.” der Balzac…
“Gördüğün her şeyin dışını görürsün, içler sana uzaktır. İçlerdeki sırlar yüz kat kılıfın içinde…” buyurmuştur Hazret-i Mevlânâ.
Sadece zâhire bakıp verilen kararlar nâkıstır. Hiçbirimiz kişinin içindeki duyguları, dost ya da düşman olup olmadığını bilemeyiz. Bu bizim aczimizin büyüklüğünü gösterir. Bu kadarcık zayıf bilgi ile karar vermek ne büyük hatadır. Peygamber Efendimiz, ileride meydana gelecek hadiseler ve Müslümanlar arasında gizlenen münâfıklarla ilgili bilgileri sadece Ebû Huzeyfe’ye anlatmıştı. Bu konularla ilgili olarak kendisinden başka hiç kimsenin bilgi sahibi olmadığını, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- açık bir şekilde beyan etmişlerdir. (Selman Başaran, “Huzeyfe b. Yemân” maddesi, DİA, c:18, s. 434)
Hazret-i Ömer, işte bu özelliklerinden dolayı Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ı yakından takip eder, fitne ve münafıklar konusunda sürekli düşüncelerine başvururdu. Gittiği cenaze namazında eğer Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh- yoksa, o da namaza katılmazdı. Kendi halifeliği sırasında valileri arasında münâfıkların olup olmadığını ısrarla Ebû Huzeyfe’ye sorardı. Ebû Huzeyfe -radıyallâhu anh- ise, bir kişinin olduğunu ancak, ismini veremeyeceğini bildirdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bilahare yaptığı tahkikat sonunda münafık olanı tespit ederek vazifeden aldı. (Bkz: Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 145)
Birçok devlet adamı, başarılarının en mühim sebebinin sır saklamak olduğunu bildirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed Han:
“-Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bile bilse, onu kopartırım!” demiştir.
Yavuz Sultan Selim Han ise, yola çıkana kadar kimseye nereye sefer edileceğini söylemez, sırrını soranlara da:
“-Sen sır saklayabilir misin?” diye sorar;
“-Evet!” diyene ise:
“-İyi o zaman, ben de saklarım.” cevabını verirdi.
Herhangi bir sırrı olanın, o sırrı taşıması bazen zorlaşır. Sırrını birisi ile paylaşmak ihtiyacı hisseder. Bunu da yardım talebi şeklinde açığa çıkarır.
“-Ne yapacağımı şaşırdım bana bir akıl ver.” diye başlar sözüne… Eğer sırrımızı anlatmak zarûretse bunu ehline, sâlih birine, sırrın nâmus olduğunu bilene, hikmet ehline, ahlâkı mükemmel ve karakter sahibine anlatmalıdır. Her önüne gelene akıl danışan, her gördüğünden nasihat almaya çalışan, her rast geldiğine sırrını ifşâ eden helâk olur. İyi bilinmelidir ki; sırrı saklamanın zorluğuna katlanamayıp anlatan kişinin, karşısındakinden bu işe katlanmasını istemesi, akıl kârı değildir. O sebeptendir ki, Montaigne:
“-Bana emanet edilen bir sırrı, kutsal bir emanet gibi saklarım. Ama sırları elimden geldiği kadar bilmemeye çalışırım.” demiştir.
Eski Yunan efsanelerindendir… Gordion kralı Midas, jüri olduğu bir müsabakada tanrılardan(!) birinin aleyhine hüküm verir. O da Midas’ın kulaklarını eşek kulağına çevirerek onu cezalandırır. Saçları uzayıp tıraş olması gereken Midas, halkının bu sırrını öğrenmesi korkusundan bir türlü tıraş olamaz. İşler çığırından çıkıp saçtan, yüzü gözü tanınmaz olunca tıraş olması şart olur ve sarayın berberini çağırır. Durumu fark eden berberin gözleri fal taşı gibi açılınca, Midas:
“-Sırrımı bir kişiye anlatırsan, ölümlerden ölüm beğen!” diye berberi tehdit eder.
Kralın kulakları gözünün önünden hiç gitmeyen berberin gönlüne bu sır sığmaz olur. İnsanlara anlatamayacağı için gider bir kör kuyunun başına başlar bağırmaya:
“-Midas’ın kulakları, eşek kulağı!.. Midas’ın kulakları, eşek kulağı…”
İşe bakın ki, rüzgâr berberin sesini alır; dağlara, taşlara yankı ile savurur, şehirde duymayan kalmaz… Hikâyenin akıbeti bellidir.
“-Sakın sırrını kimseye söyleme. Araştıran soruşturan olsa bile.” buyurmuştur Hazret-i Mevlânâ…
Hazret-i Ömer, halife iken bir câriye çıkagelir. Pek dertlidir:
“-Ey mü’minlerin emîri, ben câriyeyim ve geçmişte çok zina ettim. Sonra pişman oldum ve tevbe ettim, bir daha o kötü işe yaklaşmadım. Şimdi benimle evlenmek isteyen iffetli birisi var. Ben ona geçmişte zina ettiğimi söyleyeyim mi?”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen:
“-Pişman olmuş, tevbe etmişsin. Bunu sakın söyleme, sırrını ifşa etme. Allâh’ın örttüğünü açık etme!” buyurmuştur.
Will Henry’e atfedilen, aslında Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın sözü olan şu cümle, sır hakikatinin sırrıdır:
“-Sır, yani içinde sakladığın şey senin esirindir. Onu ortaya çıkardığın zaman sen ona esir olursun.”
Özellikle bazı eşler ayrılma dönemlerinde ve ayrıldıktan sonra duydukları öfke ve hayal kırıklıklarının da tesiri ile birbirlerinin bütün mahrem kusurlarını etrafa îlan ederler. Bu sebeptendir ki, boşanmaya dâir âyet-i kerîmelerin genelinin bitiminde, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden «es-Semi‘; yani Allah her türlü mekân, zaman, şart ve durumda en mükemmel şekilde işitendir.» ism-i celîli, Cenâb-ı Hak tarafından bildirilir.
Bu husus, bizlere belki de en çok ayrılma dönemlerinde susmamız gerektiğine dair bir uyarıdır. İnsan, en çok da pervasızca bu dönemlerde konuşur ve pişman olur. Cenâb-ı Hak, mahrem olarak kalmayıp da izhâr edilen her sırrı, söyleyen kişiyi de çok iyi bilmek sûreti ile işitmektedir.
Karakter sahibi olmayan insanın özelliğidir; bir kişi ile menfaatleri bitti ise ya da ondan kurtulmak istiyorsa kendi kusurunu kapatmak için, onun kusurunu açmak ya da bir kusur uydurmak, mahrem sırları ifşâ etmek… Bir başkası ile karısını aldatan birinin, kendisinden üç evlâdı olan hanımı için:
“-Ben onun ne kadınlığını gördüm ki, sâdık kalayım.” sözünü işitince, ağzımın açık kalması bundandır.
“Kişi konuşurken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, konuşmasını dinleyene emanet olduğuna delâlet eder (ifşâ etmesi haramdır).” (Ebû Dâvûd) buyuran Peygamber Efendimiz’in sır tutamayan ümmeti olmak utanç vericidir.
* * *
“Evliyâ ziyareti veya türbe ziyareti ettiğinde güzel koku zuhûr ederse, hemen Fâtiha-i Şerîfe okuyarak nimetin şükrünü edâ edesin. Ve bu hâli etrafına ifşâda bulunmayasın.” diyerek güzel kokunun sırrının ifşâsını dahî edebe mugâyir görmüştür mârifet ehli…
Evliyânın keramet göstermesi istenmez, zira sırrı ifşâ etmiş olurlar. Hak Teâlâ mahrem ilmine, nâmahremi sokmaz. Bezcizâde Muhyiddin Muhammed’in 17. yüzyılda söylediği “Zâhid bizi ta’n eyleme” mısraı ile meşhur, Bektâşî nefesinde:
“Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvâlimiz” ifadelerinden, yâr ile vuslata erenin, dilinin susması gerektiğini anlarız.
Velilerden birine sorarlar:
“-Tenhalarda, yalnız başına yaptığın bu ibadetten ne fayda gördün?”
Cevap verir:
“-Bir vezir gördün mü ki, padişahın sırlarını ifşâ etsin; böyle bir veziri padişah neylesin?”
Üftade Hazretleri ne güzel söyler:
“Gerçek söz bu yârenler,
Gördüm demez görenler,
Kerâmete erenler,
Gizli sırrın açar mı?”
Kişinin üzerindeki nîmeti sır gibi kabul edip, teşekkürü Allâh’a etmesi, kullara ise ifşâ etmeden gizlemesi, açığa çıkarmaması; kıskançlığı, hasedi, buğzu önler. Hâmile olan, nişanlanan, evlâdı dünyaya gelen vb. nîmetlere erişenlerin, bunları îlan etmek hususunda hassas ve mütevazi davranmaları gerekir.
Sırların dünyada saklanması mühimdir, lâkin âhirette saklamak pek de mümkün olmayacaktır.
“Bütün sırların yoklanacağı, ortaya serileceği o gün, insanın ne bir gücü ne de yardımcısı vardır.” (et-Târık, 9-10) buyurmaktadır Cenâb-ı Allah…
Sırlar ilginçtir; dünyada gizlemek, güç kullanarak, para ve mevki ile belki mümkün olabilir. Kitle iletişim araçları, sosyal medya; sırları ifşâ edecek olsa dahî, ancak duyan, gören öğrenebilir, dünyada herkesin bilmesi mümkün olmaz.
Âhirette ise sırların yoklaması, görmeyen, işitmeyen, kalmayacak şekilde gelmiş geçmiş bütün insanların huzurunda yapılacaktır. Burada da imdadımıza Cenâb-ı Hak’tan başka kimse yetişemeyecektir:
“Ey îman edenler! Allâh’a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size bir furkân (hakkı batıldan ayırt edecek bir anlayış) verir ve günahlarınızı örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)
Furkân isteriz ki, sırrımızın sahibi olalım. Takvâlı olalım ki, Rabbim sırrımızı iki cihanda da ifşâ etmesin, inşâallah…
YORUMLAR