Şikâyet Etme

Derdimiz insan… Dâvâmız adına, o insanın “güzel”, “iyi” ve “kaliteli” olması, birinci gâyemiz…

Güzel ahlâklı, iyi niyetli ve yetişmiş insan sahibi olduğumuz kadar, ideallerimizi yaşatabilir ve büyütebiliriz. Zengin bir medeniyet mirasına sahip olmamız, o kadar zengin mirasçılarımız olduğu mânâsına gelmiyor. Biz, o geçmişi, o büyük medeniyet ve kültürü aktarabilecek, tekrar mayalayacak yeni nesilleri yetiştirmekten de sorumluyuz.

Bu şuur ve sorumluluk ise, bizi kaybolup gitmekten, boş söz ve hayatlara takılmaktan koruyor ya da korumalı... Her birimiz önce ideal insanları “bulmaya”, onlar gibi “olmaya” çalışmalıyız. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Bir mum, başka bir mumu tutuşturmakla ateşinden hiçbir şey kaybetmez.” Ama hiçbir mumu tutuşturmayan, kendi başına yanıp giden o muma da acımak lâzım…

İnsanın içinde dert ateşi varsa, bir başkasına da o ateşi vermek için uğraşır. İçi buz tutmuş bir insanın, başkasına vereceği sadece soğuk alevdir. Kendisi gibi, insanları dondurur, kabuğuna çeker.

O hâlde öncelikle içimizin buzlarını eritelim, yanalım ve başkalarını da bu sevdâ uğruna tutuşturalım. Rabbimiz, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir topluluk bulunsun!...” (Âl-i İmrân, 104) buyurmuş ve ancak bunların “kurtuluşa erdiğini” bildirmiş. Demek ki, kurtulmak için kurtarmak gerekiyor.

Hepimiz insanız; olup bitenlerden, duyduklarımızdan, gördüklerimizden her an etkileniyoruz. Bilhassa anbean değişen gündemler, kafa ve gönülleri karışık insanların düzenli ve bitmek tükenmek bilmeyen algı ve propagandaları bizi çok yoruyor, yıpratıyor. Kafa ve gönül insicâmımızı kaybediyor; ne düşüneceğimizi, nasıl düşüneceğimizi unutuveriyoruz.

Arada bir durup düşüncelerimizi süzgeçten geçirmeye, duygularımızı tahlil etmeye ihtiyaç var. Gönlümüzü, Kur’ân ve Sünnet perspektifi ile buluşturmaya; yolumuzu sâlih ve sâdıkların meclisiyle birleştirmeye muhtacız.

İnsanlık âlemi, farklı kültürlerden, milletlerden oluşmuş. Dünya artık küçük bir köy olmuş. Yanı başımızda her ülkeden insanı görebileceğimiz gibi, sohbet ettiğimiz insanlar da farklı inanç, ahlak ve anlayış seviyelerinde olabiliyor. Karmakarışık bir hayat yaşıyoruz ve “küreselleşme” çağında bu karışıklık daha da artacak… Bir taraftan Fransa’daki sokak olaylarından haberdar olacağız, bir tarafta Amerika’daki falan sapık cemaatin/tarikatın yaptıklarından… Bir taraftan ülke gündemini birkaç saat, birkaç gün falanca hayvana veya insana yapılan işkence ve zulümler meşgul edecek; bir taraftan da belki birkaç saniye binlerce insanın nasıl bir sûikastle yok edildiği…

Hercümerc olmuş bir toplum, alt üst olmuş değerler sistemi… Kimin kimi sevdiği, kimin kime niçin kızdığı belli olmayan; bazen göstermelik, bazen geçici, bazen tamamen menfaatlerin belirlediği ilişkiler; dostluklar-düşmanlıklar…

İşte bütün bu keşmekeş içinde İslâm, insanı huzura, barışa ve fıtrata çağırıyor. Bugün müslümanlara düşen en büyük vazife, insanlık ile İslâm arasındaki engelleri kaldırmak… Zaten cihadın bir tarifi de bu… Gerçekten insanlar, İslâm’ı olduğu gibi bulabilseler, görebilseler, ona gerektiği gibi bağlanabilseler; pek çok büyük (!) problemimiz bir anda çözülüverecek…

Kadınlar, gençler, çocuklar, babalar-anneler, yaşlılar, yetimler, fakirler ve hattâ zenginler huzura kavuşacak… Toplumun farklı kesimleri arasındaki sun’î düşmanlıklar, sınıf farklılıkları bitecek… Varlıklı olan gurur ve benliğe kapılmayacak, yoklukta olan isyan ve çaresizlik girdabında boğulmayacak…

İşte bu daveti, bu selâmet yolunu insanlara ulaştıracak “insanlara” ihtiyaç var. Her türlü çilesine rağmen gönülle bu dâveti yayacak öncülere ihtiyaç var.

Bilhassa gençler, daha tertemiz fıtratları ile hem bu dâvâyı en rahat anlayacak, hem de en güzel ve liyakatle taşıyacak kimseler… Peygamber Efendimiz de gençlere ulaşmış, onların elinden tutmuş, onların gönlüne ulaşmış. Dâvâsı da öncelikle onların eliyle büyümüş, serpilmiş, kökleşmiş.

Bugün biz gençlerimize ulaşamıyorsak, onların dilini konuşamıyor, onların gönlüne giremiyorsak derdimiz çok büyük demektir. Çünkü bugünümüzün yarını gençlerdir. Geçmişimizin devamı, gelecek onların elindedir. Gencimizi ne kadar yetiştirebilirsek, ne kadar “kendimiz gibi” yapabilirsek o kadar rahat gözlerimizi kapatabiliriz bu fâni âleme… Ama gencimizi ne kadar kaptırır, yaban ellerin eline ne kadar teslim edersek; o kadar yok olur, kaybolur ve siliniriz.

Elbette gelecek, sadece maddî tekâmülde değildir. Teknolojide zirve olsak, üniversite ve kütüphanelerimiz yepyeni ilmî eserler ve araştırmalarla dolu olsa da, “bizden olan” bir gençlik yetiştirememişsek yine kayıptayız, yine felaketteyiz. Zira adının Ahmet, Mehmet veya Ayşe, Fatma olması önemli değil; bu genç ne kadar mânen seni temsil ediyor? Gönlünün kahramanları kimler, bu gencin? Kur’ân sofrasından ne kadar hisse düşmüş, gönlüne ve hayatına… Peygamber Efendimizin sünneti, hayatının merkezinde mi? Değilse, adının ne olduğu çok da önemli değil!..

Gelin bir muhasebeden geçirelim kendimizi… Her biri bu ülkenin bir parçası olan gençlerimize ne kadar sahip çıkıyoruz? Âile olarak, öğretmen olarak, hoca-hocahanım olarak…

Devlet kademesinde hangi projeler masaya yatırılıyor? Kaldırım taşı döşemekten daha önemli değilse, gençlerin gönlüne yürüyecek yolları inşa etmek; o kaldırımlarda kimlerin yürüdüğü de önemli değildir!.. Biz önce insanı inşa etmenin, ihya etmenin derdinde olmalıyız. İnsan, insan olmadıktan sonra, gökdelenlerimiz olsa, yollarımız, köprülerimiz, otobanlarımız olsa neye yarar? Kullanan “insan” olmadıktan sonra telefonlarımız, binalarımız, arabalarımız akıllı olsa neye yarar?

Gelin, gençlerimizin âhiret kariyer plânlamalarını tekrar gözden geçirelim. Fert fert, toplumun bütün kesimleri bir daha elindeki en büyük emânete, gençliğe dönüp baksın. Çocuk ve gençlerimizin karnını doyurmak için çektiğimiz çile kadar, hatta onun onda biri kadar onların zihin ve gönüllerini doyurmak için uğraşıyor muyuz? Onların gıda ve kıyafetlerine harcadığımız kadar, onlara takvâ libâsı olacak şeyler için de harcama yapıyor muyuz?

Hızlı öğrenen ve her şeye çok hızlı ulaşabilen bir nesil… Hızla ulaştığı her şeyi aynı hızla tüketen bir nesil… Hız ve haz… Her şeyi zevki için, menfaati ve kendisi için yapmayı öğrenen bir nesil… Böyle bir nesilden sabır, tahammül, fedakârlık, teennî beklenebilir mi?

İşte bu yeni nesli tanımak, dilini çözmek ve onunla yüzyüze konuşmak lâzım… Tercümanlara gerek kalmadan…

Daha çok şikâyet temalı yazı ve fikirlerin ifade edildiği gençlik, sürekli sitem edilen, şikâyet edilen grup olarak görülmemeli… İnsanımızın istikamet üzere olması için çözüm önerileri sunulmalıdır. Her birimizin ortak derdini ifade eden cümle aslında şu:  Müslüman bir toplumda yaşıyoruz, ama çocuklarımızı korumakta zorlanıyor, çocuklarımızı kaybediyoruz!

Gençliğimizden sadece şikâyet etmek yerine, gençliğimizin neden bu hâle geldiğini/getirildiğini anlamak için “gençlik dizilerine” bakmamız yeterli olacaktır. Neredeyse bütün televizyon kanallarında, gençlik dizileri var ve bu dizilerin hepsi de aynı tema etrafında dönüp duruyor: Kız peşinde koşturan erkekler, erkek peşinde koşturan kızlar! Âilesini aldatanlar, sahtekârlık yapan tiplemeler…

Bu aslında bir toplumun intiharıdır. Neslimizin uçurumlara yuvarlanması, adeta ateşin içine itilmesidir.  Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar dramatik ve bu kadar yozlaştırıcı bir kültürel saldırıya izin verilmez. Bu gidişe bir dur denmeli, gençliğin zihnini ve kalbini, ruhunu ve ufkunu açacak işlere imza atılmalıdır. Hepimiz şunu biliyoruz ki, insanlığın önünü açacak, fikir, sanat, ahlâkta öncü nesiller yetiştiremeyen toplumlar, varlıklarını sürdüremezler!

Başkalarının evladı düşüncesinden vazgeçmeli, her bir genci kendi evladımızı gibi görmeliyiz. Evlerimizi yavrularımız için bir huzur mekânı yapmalı, onların yanlış yerlerde huzur aramalarına müsaade etmemeliyiz. Hayatta kendimizi düşündüğümüz kadar gençlerimizi düşünmeliyiz.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle