Bazen büyük coşku ve heyecanla başlanan işler, ân gelir bir külfete dönüşür, omuzlarımızda ağırlığını hissederiz. Ümitlerimiz, tazecik yapraklar açarken kırağı çalan bir filiz gibi sararır, pörsür. Eski heyecanımızı kaybederiz. Yeniden pozitif enerjiyle dolup, düştüğümüz yerden kalkmaya ihtiyacımız vardır. Oysa ki, tam da böyle durumdaki bir insanın, dışarıdan tesir eden bir faktör olmaksızın, kendi kendisini motive edebilmesi çok güçtür. “Seyahat edin, yeni bir sosyal çevre edinin, farklı faaliyetlerde bulunun!” tarzında uzayıp giden tavsiyelerle bizden istenenler için bile bir dinamizme ihtiyaç vardır ve o da bizde yoktur!
Oysa hayat yolundaki en büyük kılavuzumuz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiyesi çok daha pratik ve mâliyetsizdir, üstelik çok yoğun bir enerji sarf etmemizi de gerektirmeyecektir. O hâlde hayatı kendimiz için niçin daha da zorlaştırırız?
Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Kalpler, demirin paslandığı gibi paslanır.” buyuruyor!.. (Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, II, 241)
Demek ki, hislerimizde de zamanla aşınma, pörsüme, ışıltısını kaybetme oluyor. Bıçağın zamanla bileylenmeye ihtiyaç duyması gibi duygularımız da keskinliğini kaybedebiliyor. Mesleğine yeni başlayan gayretli bir öğretmen, yılların aşındırmasıyla ilk zamanlardaki idealistliğini yitirebiliyor.
Büyük bir kalbî rikkatle, gözyaşlarıyla “mâtemlerin civarında biz de olalım.” diye ileri atılan adımlar, geriye düşebiliyor.
“Bir öğrenciyi de burs vererek ben okutabilirim, sadaka-i câriyem olsun!..” derken, elimiz cüzdanımıza gitmez oluveriyor. Amellerimizi hangi kalbî kıvamla yaptığımız ise, âhiretimizin belirleyicisi… Bir büyüğümüzün:
“-Kızım, beden yorulmaz, kalp yorulur!..” sözlerini hatırlıyorum.
Çözümü merak ederken, Sahabe Efendilerimize kulak verelim. Onlar da soruyorlar:
“-(Paslanan kalbin) cilâsı nedir, ey Allah’ın Rasûlü?”
İlahî bilgiyle desteklenmiş Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyorlar ki:
“-Kur’an okumak ve ölümü hatırlamaktır.”
İşte bu reçeteyle bileylenen o yıldız insanlar, hayırda yarışmanın en güzel örneklerini sundular bize… Bugün Türkiye’mizin dört bir yanında medfûn sahâbe kabirlerinden bahsedebiliyorsak bunlar, yılgınlık göstermeyen bir azmin nişâneleridir. Onlar îmânı müthiş bir aşk, vecd ve coşku hâlinde yaşadılar. Dînî heyecanlarını böylelikle hep taze tuttular. Her inen âyeti, Hazret-i Peygamber’le beraber bir muştu gibi beklediler, bu hasretle yaşadılar. Sevdiğinin mektubunu koynunda saklayıp da arada bir çıkarıp koklayan bir âşık gibi, Mushaf’ın sayfalarını yüzlerine gözlerine sürdüler.[1] Kur’ân’la yaşadılar.
Bu enerji ile dolu olarak savaştan savaşa atılırken, bir dünya endişesi, bezginlik göstermediler. Tek endişeleri vardı; Habîb-i Zîşân’dan ayrı kalmak!.. Tebük Seferi’ne gidilirken bineği olmayanlar, savaşa katılmamak üzere mâzeretli sayıldığı hâlde, evlerinde oturmayı âr bildiler. Şehrin meydanına çıkmış sesleniyordu Vâsile bin Eskâ:
“-Kim beni kendi binitinin terkisine alırsa, ganimetten alacağım pay onun olsun.”
Hazret-i Hâlid bin Velid hastalanarak yatağa düşmüştü. Ölüm vaktinin yaklaştığını seziyordu:
“-Beni ayağa kaldırın, hiç olmazsa kılıcıma yaslanarak öleyim. Ömrü kılıç şakırtıları arasında geçmiş bir cengâvere, yatağında ölmek yakışmaz!..” diyordu.
“İnfâk ediniz.” âyeti nâzil olduğunda, açlıktan kendi karınlarına taş bağlamış Suffe Ashâbı, hamallık yaparak kazandıkları parayı infâk ediyorlardı.
“Gerçek saâdet, Kur’ânî hakîkatlerin cenneti içinde yaşayabilmektir.”[2] Onlar böyle yaşayarak bir fazîlet toplumu oluşturdular. Onlar, dertlerinin devâlarını hep Kur’ân’da aradılar ve onunla şifâ buldular. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- bu gerçeği şöyle dile getiriyor:
“-Ayakkabımın bağı kaybolsa, onu Kur’ân’da ararım.”
Modern dünyanın müslümanları olarak, hâlimiz onlardan ne kadar uzak!.. Bizlerse “Hangi meditasyon-yoga teknikleri ile dinlenir, hangi Uzakdoğu sporlarıyla dinçleşir, bilmem hangi diyetlerle sağlıklı bir hayata kavuşuruz?” arayışındayız.
Belki de bu yüzden müzmin hastalıklarımız var, problemlerimiz hiç bitmiyor. Çözüm uzakta değil, yüce kitabımız Kur’ân’da!..
“Biz, Kur’ân’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz…” (el-İsra,
[1] Muhammed Mekkî, Nihâyetü’l-Kavli’l-Müfid, sh. 251 vd.
[2] O. Nûri Topbaş, Saadet Damlaları, 203.
YORUMLAR