Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gençlik çağına geldiğinde bir gün saraydan habersiz halkın arasına çıktı. Biri İsrâiloğullarından, diğeri ise Firavun’un kavminden olan iki kişinin kavga ettiğini gördü. İsrâiloğullarından olan:
“-Yardım edin!” diye feryat ediyordu.
İmdat isteyene yardım etmek için Firavun’un kavminden olana yumruk vurup itince adam yere düştü ve o anda öldü. İstemeden gerçekleşen bu ânî ölüm üzerine gözyaşı döküp tevbe eden Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Allâh’a sığınıp, Rabbinin yol göstermesine güvenerek korku içinde Medyen’e doğru yol aldı. (Bkz: el-Kasas, 14-22) Yorgun düşen Hazret-i Mûsâ, Medyen’de bir su başında dinlenmeye karar verdi. Hâdisenin bundan sonrasını, Kur’ân-ı Kerîm’den dinleyelim:
“Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. (Sakındıklarını anladığı kadınlara merhamet ile yardım etmek için yaklaştı.) Onlara:
«Derdiniz nedir?» dedi.
(Burada bizim en çok dikkatimizi çeken husus, nâmahremle konuşan Hazret-i Mûsa kadınlara selâm vermedi, tanışmak için gayret etmedi. “Ey kız kardeşlerim, bacılarım!” vb. sözlerle samimiyete girmedi. Konuyu dağıtıp uzatmadan ciddî bir seviye belirleyip hemen konuya odaklandı.)
Şöyle cevap verdiler:
«Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; (Onların haklı hassasiyetini beğenen Hazret-i Mûsâ: «Neden iki genç kadın olduğunuz hâlde koyun otlatıyorsunuz?» diye sorunca) babamız da çok yaşlıdır (dediler.)” (Bkz: el-Kasas, 23)
“Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve «Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin her hayra muhtacım.» dedi.” (el-Kasas, 24)
(Kızlarının eve her zamankinden daha erken döndüklerini gören Şuayb -aleyhisselâm- durumu merak edip sorunca, kızlar başlarından geçen hâdiseyi, kendilerine yardım eden yabancıyı överek anlattılar. Merak edip o yabancıyı görmek isteyen Şuayb -aleyhisselâm- kızlarından birini o yabancıyı çağırması için gönderdi.)
“Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi. «Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor.» Musa, ona (Hz. Şuayb’a) gelip başından geçeni anlatınca o, «Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun.» dedi.” (el-Kasas, 25)
“(Şuayb’ın) iki kızından biri: «Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır.» dedi.” (el-Kasas, 26)
* * *
Şuayb -aleyhisselâm- kızına bunu nasıl anladığını sorunca kızı (İbn-i Kesîr tefsirinde geçen şu harika açıklamayı yaptı.)
“-Benim peşim sıra gelirken hava rüzgârlı idi. Kendisi öne geçti ve:
«-Arkamdan gel, ben yoldan sapacak olursam bir çakıl taşı at ki, onunla yolu bileyim ve doğru yoldan gideyim.» dedi.”
Böylece zaten utanan ve konuşmaktan çekinen genç kızın tekrar konuşmak zorunda kalmaması ve hayâ ile dopdolu genç kızın bir de rüzgârın tesiri ile elbisesinin açılması ya da üzerine yapışarak daha çok sıkılmasını, arkadan bir erkeğin kendisini seyretme ihtimalinden rahatsız olmasını önlemek için müslüman erkeğe yakışan iffet ve nezâketi göstermişti.
* * *
Bunun yanında kendini dâimâ kontrol eden, gerek söz ve hareketleri, gerekse giyim ve kuşamı ile çekici olmamaya çalışan genç kızın duruşu ile de Kur’ân-ı Kerîm, müslüman kadın ve erkek iletişiminde ölçünün nasıl olması gerektiğini bizlere anlaşılır biçimde beyân etmiştir. Kesin bir ahlâkî kâidedir ki; saygı çerçevesinde, gözlerini muhâtabın üzerinde gezdirip durmadan, içindeki oyuncuyu açığa çıkarmadan, ciddî ve hayâ dolu bir ses tonu ile kadın konuşursa; erkek, otomatik olarak ciddîleşir. Bir iletişimde kadının duruşu, erkek üzerinde çok önemlidir. Dişiliğinden ziyâde kişiliğini ön plâna çıkaran bir hanımefendi, dâimâ saygıyı hak eder ve hürmet görür. Çünkü bu nokta, Kur’ân-ı Kerîm’in hassasiyetle üzerinde durduğu bir noktadır.
Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:
“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler, insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer, ancak Allâh’ın katındadır.”
Bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki, erkeklerin yaratılışları gereği, kadınlara karşı zaafları vardır. Yani bir kadına, erkekten aslâ arkadaş olmaz!.. İletişim içinde mutlaka kalplerine detaylı plânlar gelir. Gariptir ki, bunu bazen kızlar ya gerçekten anlayamazlar ya da anlamamazlıktan gelirler. Çünkü şeytan, kulları zaaflarından yakalar ve bunu kullanarak onları günâha sokar.
Şeytan, kariyerinin ilk büyük başarısını (!) Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın ağacın meyvesini yiyerek birbirlerine mahrem yerlerinin görünmesini sağlayarak kazandı. Kıyafetlerinin açılmasını ve birbirlerinden tahrik olmalarını istedi. Şerefli bir mahlûk olan insanoğlunu küçük düşürmenin en iyi yolu, kıyafetini açmaktı. Şeytan, kıyafetini kaybeden insanın, onurunu da kaybedeceğini iyi biliyordu.
İslâm’a uygun giyinmek, sadece kapanmaktan ibaret değildir. Allâh’ın bizde yarattığı güzelliği korumak, örtmek gerekir. Örtünme; hayâ ile, iffet ile birleşince o zaman tesettür olur. Hayâ duygusu, insanın yaratılıştan sahip olduğu fıtrî bir duygudur. En ilkel toplumların bile bir şekilde hayâ duygusuna sahip oldukları bilindiği için, insanlığın ortak değerlerindendir.
“Hayâ” kelimesinin, “ölüm”ün zıddı olan “dirilik/canlılık” mânâsında olan “hayat” kelimesinden türetilmiş olması bile insanın hayatını devam ettirmesini sağlayan can damarları gibi, mânevî hayatının canlılık ve diriliğini de hayânın sağladığını ortaya koyar.
Hayâ duygusu, kişilik zaafı değil, aksine fazilettir. Ayrıca insanın cinselliğinden, dişiliğinden önce kişiliğini ortaya koymasını sağlayan, günahlardan koruyan en önemli unsurlardandır. Kadınların fıtraten korkak, çekingen yaratıldıkları; hele de erkekler için câzibe merkezi olduklarını bildikleri için daha çok iffete, kendilerini gizlemeye, setretmeye meylederler. Fıtratı bozulmayan, dejenere olmayan Müslüman kadının bu hassasiyeti, toplumların ilerlemesi ve ahlâkî çerçevelerde yaşaması için çok mühimdir.
Kadın korkak olmakla birlikte, kendisini sergilemeyi de sever. Zaaflar, helâl yerlerde kullanılırsa, hayatı güzelleştirir. Yani erkeğin kadınlara zaaf derecesindeki düşkünlüğü, naîf ve zarif yaratılmış olan karısına yöneldiği zaman; kadının ise, güzelliğini sergileme zaafı, sadece kocası için gerçekleştiği zaman, bu, hem ibadet sevabı kazanmalarını sağlar, hem de eşler arasında doyumun meydana gelmesine, âile saadetinin kurulmasına vesîle olur.
Helâl dairede gerçekleştiği zaman, “Allâh’ın râzı olduğu güzelliği sergileme hâdisesi”; harama yöneltildiğinde ise “teberruc” olur. Makyaja, süse, dar kıyafete, tahrik edici kokulara sarılan bir kadın, örtülü bile olsa teberruc yapmakta, yani nâmahreme açılıp saçılmaktadır. Ahzâb Sûresi 33. âyet-i kerîmesinde:
“Evlerinizde vakarla oturun. Önceki câhiliyye kadınlarının teberruc’u gibi teberruc yapmayın (süslerinizi teşhir ederek dolaşmayın). Namazı kılın, zekâtı verin. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin.” buyrulmaktadır.
Teberruc yapan kadınların tabiî ve sun’î güzellik ve çekiciliklerini; uygun olmayan (gayr-ı meşrû) yerlerde sergilediklerini, süsleri, çekici konuşmaları ve davranışlarıyla, kendilerinden faydalanma hakkı olmayanların dikkat ve ilgilerini çekme gayretinde olduklarını anlarız.
Kendileri ile muhtelif sebeplerle bir araya geldiğim gençleri gözlemlediğim zaman kalplerinde takvâ olan gençlerin, hem ibadetlerine, hem tesettürlerine çok dikkat ettiklerini görürüm. Bu gençler yaşlarının üstünde bir hayâ ve edeb ile Hakk’a kul olmaya gayret ederler. Şahsiyetli, karakterli, kalbinde takvâ olan kadınlarda ve kızlarda “teberruc” olmuyor. İhtiyaç da duymuyorlar. Bundan da anlaşılıyor ki, teberruc, yüksek değerlere sahip olmayan kimselerin kendini değerli hissetme biçimi... Hayâ, ilim, irfân, takvâ sahibi olmayan kimsenin kendisini kamufle etme tarzı… Nâmahremin dikkatini çekecek kıyafet ve hâl içinde bulunmak; kişiye iç sıkıntısı, asabîleşme ve duyarsızlaşmadan başka bir şey kazandırmaz.
Kadın ve erkekler, gereksiz ve ölçüsüz bir şekilde nâmahrem ile iletişime girdikleri zaman; helâl olmayan beğeni ve ilgiyi, arkadaşlık vb. adına birbirlerine sergilediklerinde, zamanla arkadaşlıktan çok daha farklı şeyler biriktirdiklerini anlarlar. Hemen evlenme planları da yoksa, bu ilişkide duygusal olarak çok yaralar alırlar, kalpleri çöker. Âhirette menfî neticelerini görecek olsalar da, dünyada da duygusal olarak ağır bedeller öderler. Sonuçta biri terk edilir. Böylece kadınlar ve erkekler, yaşadıkları bu tür ilişkilerle diğeri ile çıkmak, görüşmeyi kesmek konularında tecrübeler yaşadıkça, karşısındaki kişinin duygularına duyarsızlaşmayı öğrenirler. Artık ilişkiler, sadece kendisini kurtarmaya çalışan müşteri ilişkisine benzediği için şöyle düşünmeye başlarlar:
“-Bu kez ben terk edeceğim; terk edilip de yaşadığım mutsuzluğu kimsenin bana yaşatmasına izin vermeyeceğim. Canı yanan değil, can yakan olacağım.”
Böylece “ilişki kasabı” olan insanlar, gittikçe insanlıktan çıkacaklardır. Fakat bu duygu düzeyi, mutlu bir âile kurmak için çok sağlıksızdır. Çünkü âile kurmanın temelinde, sevgi, şefkat, nezâket, bir başkası için endişelenme, birbirini sükûnete erdirme olduğu için, duyguları iflâs eden kişinin ilişkileri aşağılık ve sığ bir biçim arz edeceğinden, en çok eşlerine zarar verip büyük bir kul hakkına gireceklerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı hâl ve hareketlerde bulunmayı mârifet zannedenler, vicdanlarının susmayan sesini duyamasalar da gönüllerindeki iç sıkıntısını, bitmeyen huzursuzlukları gideremezler. Çünkü günah, rûhu çok acıtır ve zayıflatır. Teberruc sahibinin mutluluğu sahtedir. Necm Sûresi, 43. âyet-i kerîmede:
“Doğrusu güldüren de, ağlatan da O’dur.” buyurularak, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bir davranışla, kişinin mutlu olmasının mümkün olamayacağı anlaşılır. Hayal kırıklıklarından başka bir şey yaşayamazlar çünkü… Büyük tâbiûn âlimlerinden Abdullah bin Mübârek:
“Bütün ilimleri tahsil etmiş bir kimsenin eğer edebinde bir eksiklik varsa; onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam.” demiştir.
Vücut nimetini, günahları kazanmak ve kazandırmak için kullanmanın; giyim tarzımızla, vücudumuzun belli bölgelerine dikkat çekmek istemenin aslâ bahanesi olamaz. Bahane üretenler demişlerdir ki:
“-Bu kızların ablaları tesettürlü oldukları için okullardan atıldılar, kamusal alanda çalışamadılar, onlar da mecburen bu yolu seçtiler.”
Deriz ki:
“Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundursa, kuşkusuz O, her şeyi yapabilendir.” (el-En’âm, 17)
“O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.” (el-En’âm, 18)
“İşte Rabbiniz Allah bu! O’ndan başka ilâh yoktur; O, her şeyin yaratanıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.” (el-En’âm, 102)
Yaşanan hâdiseler, hikmet dairesindedir. Kulun kendi adına âyetlere muhalif düşüncelere dalarak insiyatif alması, Hakk’ın rızâsına uygun değildir. Kesinlikle görülmüştür ki, içi boşaltılan bir tesettür anlayışı ile, farz olan ibadetler de yerine getirilmemektedir.
Bahane üretenler demişlerdir ki:
“-Tv, estetik, moda, makyaj sektörü kadınları kullanmaktadır.”
Deriz ki:
“-Şeytanın kullandığı bu oyuncakları, takvâ sahibi hiçbir kadın kullanmamaktadır. Mesele, takvâ problemi yaşıyor olmaktır. Yüksek değerlere sahip olan kişiler, böyle şeylerle değer bulmaya çalışmazlar. Temiz, düzenli ve güzel giyinir, lâkin kimseyi tahrik etmezler.”
Bahane üretenler demişlerdir ki:
“-Kadın istediği gibi giyinir. Bu, onun hakkıdır, özgürdür. Erkekler neden durumdan vaziyet çıkarmaktadırlar ki?”
Deriz ki:
“-Bir kişinin yaratılışında bu hususta bir zaaf varsa, ki Âl-i İmrân Sûresi’nin 14. âyet-i kerîmesi bunu net bir şekilde açıklanmakta ve ciddî bir zaaf olduğu bildirmektedir, o zaman tahrik olma kapasitesine sahip birisini tahrik etmek, kul hakkına girer. Tahrik olan, bunu tercih ettiği için tahrik olmaz. Hele de kalbinde takvâ olmayıp Allâh’ın yardımı da yoksa, iradesiz ve komutsuz çalışan kaslar ve gayr-i irâdî dağılan dikkat, bozulan şuur gibi faktörler, bunun böyle olduğunu bize bildirir. Yûsuf kıssası, bunun canlı örneğidir. Tahrik edici kıyafet giyip tavır sergileyen kişi, hedefindeki kişinin irâde ve şuurunu ele geçirmeye çalıştığı için hak gaspı yapmaktadır. Tahrik etmeye yönelik kıyafet gibi araçları kullanmak bir hak değil, ezme ve sömürme yöntemi olup, ahlâkî değildir.
* * *
Genç kız ve kadınları teberruca sevk etmekte, sosyal medya çok büyük rol oynamaktadır. Özellikle açılıp saçılma işleri, arkadaş çevresi ile meşrûiyet kazanmaktadır. “Beğeni bağımlısı olmak” ciddî bir takıntıya dönüşmekte, boş işlerin peşinde koşturmaktadır. Cenâb-ı Hak:
“...İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine ise yardımlaşmayın, Allah’tan sakının! Şüphe yok ki Allah, azâbı çok şiddetli olandır.” (el-Mâide, 2) buyurarak günahın da, sevabın da çoğu kez yardımlarla yapılan ameller olduğunu öğretmektedir.
Başka âyet-i kerîmede ise:
“Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise, (sizin) büyük bir meyil ile (bütün bütün Hak’tan) sapmanızı ister.”
“Allah sizden hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.” (en-Nisâ, 27-28) buyrulmasından, teberrucden korunmanın en önemli yolunun, nefsine uyan insanlardan uzaklaşmak olduğu anlaşılmaktadır.
Rabbimiz, bizi takvâ ile ziynetlendirsin. En güzel elbise olan takvâ libâsını, bizim dâimî elbisemiz yapsın. Bizi, şeytanın oyuncağı olmaktan, onun kirli ve insanı şahsiyetinden kopartan tahrik, vesvese ve tuzaklarından muhafaza buyursun. Âmin.
YORUMLAR