Dünya, sevgi üzerine kurulmuş. Tıpkı bir aynada insanın kendini seyretmesi gibi, siz aynaya gülümseyerek bakarsanız, o da size gülümseyerek bir muhabbet sıcaklığı yansıtacaktır. Çiçekler bile sevgi ile beslenip büyütüldüğünde nasıl da verimli olup bütün güzelliklerini sevgi karşılığında size sunuyorlar. En vahşî hayvan bile, sevgi karşısında fıtratındaki saldırganlığını unutuyor. Ya eşref-i mahlûkât, kâinâtın göz bebeği olarak yaratılan insan; her şeyden, herkesten daha fazla sevgiye lâyık ve buna, ekmek kadar, su kadar muhtaç!..
Anne-baba sevgisinden mahrum büyümüş insanlar, hep ürkek, kendine güvensiz, bazen saldırgan, fazla alıngan, sonuçta mutsuz fertler olarak toplumda bulunmaktadırlar. Yapılan istatistiklerde görüldüğü üzere gayr-i ahlâkî ve kanunsuz her türlü işlere karışanların büyük bir kısmı, sevgiden mahrum yetişen kişiler...
İnsanın mayası, sevgiyle yoğrulmuş. Bir anne düşünün, aylarca sıhhatinin bozulmasına, ölümü göze alma pahasına yavrusunu dünyaya getirmek için çalışıyor; onun için yapamayacağı hiçbir şey yok neredeyse!.. Çocuklar mutlu ise, anneler de mutlu. Hadîs-i şerîfte: “Cennet annelerin ayakları altındadır.” buyrulmuş. (Nesâî, Cihad, 6)
Her fedâkârlığın bir bedeli var. Anneler, evlâtlarını düzgün bir insan olarak yetiştirip topluma faydalı, arkasından sadaka-yı câriye olarak bırakabiliyorsa, cenneti hak edebiliyorlar. Yoksa cenneti kazanmak kolay mı?
Şiddet ve baskı ile yapılan işler ne kadar uzun ömürlü olabilir? Sevgi ile yapılan en basit işler ve davranışlar, her zaman yürekten ve kalıcı olmuştur. Sevgi ile söylenen her sözü, hangi yaşta, hangi dilde olsa herkes anlar. Bir büyüğümüzün ifade ettiği gibi, “Söz kalpten gelirse, kalbe kadar gider; eğer dudaktan çıkarsa kulaktan öteye gidemez.”
Yıllar önce, benim ilkokul öğretmenim, Antalya’ya gelmişti. Kızıyla tanışıyordum, geldiğini duyunca evime dâvet ettim. Geçmiş günleri yâd ettikten sonra:
“-Hocam, hayatınızda unutamayacağınız anlar olmuştur mutlaka. Bize birkaç tane anlatır mısınız?” dedim.
“-Evet, hâtıra çok, ama…” diyerek söze başladı:
“Yeni emekli olduğum yıllardı Kırıkkale’ye yerleştim. Torunum okula başlayacaktı. Babacığım, «Sen öğretmensin, bizim işimiz var, kayıt yaptırır mısın?» diye bana rica etti. Torunumu alıp okula gittim, müdürle görüştüm. Bir bayan öğretmenin sınıfına kayıt yapıldı. Bir kaç gün sonra müdür bey, beni çağırdı:
«-Hocam, kusura bakma. Sınıf öğretmeni, sizin torununuzu kabul etmiyor; başka sınıfa kaydedeceğiz.» dedi.
Bunca yıllık öğretmenlik hayatımda böyle bir şeyle karşılaşmadığımdan, çok şaşırdım. Sebebini sormak üzere öğretmenin yanına gittim. Öğretmen hanım:
«-Hocam, beni tanıdınız mı?» diye sordu.
«-Hatırlayamadım.» dedim.
«-Tabiî hatırlamazsınız, ama ben sizi hiç unutmadım!..» dedi. «Ben okula giderken sınıfımızda öğrenci fazlalığı varmış. Öğretmenimiz, bizi alıp sizin yanınıza getirdi. İki arkadaştık. Size bu öğrencilerden hangisini isterseniz verelim!..» dediler. İşte bana, hayatım boyunca aslâ affedemeyeceğim şu sözü söylediniz. Yanımdaki arkadaşıma bakıp:
«-Şu güzel kız kalsın!..» dediniz.
Belki yaptığınız gafın farkında değildiniz, ama ben bunu hayatım boyunca hiç unutmadım. Kayıtta sizin isminizi görünce, torununuza âdil davranacağımdan emin değilim diye reddettim.» dedi.
Hiç farkına varmadığım bu kasıtsız davranışımın, bir insanın hayatında ne derin yaralar açtığını öğrenince, «Kim bilir daha ne hatâlarım vardır?» diye iyice düşünmeden edemedim.”
Hocamı rahmetle anıyorum.
Bundan on beş-yirmi yıl önceydi. Arkadaşlarla birlikte kimsesiz çocukların barındığı yurda gittik. Yeni doğmuş birkaç günlüğünden, henüz yürüyemeyen bebeklere kadar hepsi bir bölümde uyuyorlardı. Önce onları görmek istedik, birkaç tanesi uyanık olmasına rağmen kucağa alınma imkânı olmadığı için sessizce yatmayı tercih ediyorlardı. Bir-iki tanesi durmadan ağlıyordu. Kim bilir ne problemi vardı?
Kapı örtülüydü ve kimsenin umurunda değildi. Annesi yanında olsaydı, gözünden bir damla yaş akmasına râzı olur muydu? Personel oldukça az idi. Hepsine yetişemiyorlardı. İki yaşından dokuz yaşına kadar her yaşta çocuk, bunun içinde zihnî ve fizikî özürlü olanlar da var. Kırk çocuğa, nöbetleşe bakan iki personel; onlar da kendi açısından belki haklı…
Bir diğer bölümde, iki ilâ altı yaş arası fazla gelişmemiş, hemen hemen hepsi aynı boyda saçları traş edilmiş, içlerinde atlet giydirilmemiş çocuklar var. Üzerlerindeki elbise ve eşofmandan belli oluyor cinsiyetleri… Tıpkı kuluçka makinesinden çıkan civcivler gibi, anne-babalarını bilmeden sadece görevlilerin merhametine bırakılmış yavrular... Arkadaşlarla birlikte çocukları sevdik; bir tanesini kucağıma aldım, bana öyle bir sarıldı ki, yanağını yanağıma dayadı, minicik kollarını boynuma doladı. O sırada bir tanesi daha yanıma geldi:
“Beni de kucağına al!..” dedi.
Eğildim, onu da aldım, öptüm. Bir müddet sonra birisini geçici olarak bırakmak istediğimde ayaklarını yere basmamak için büküp daha sıkı sarılıyor, kucağımdan inmek istemiyordu. O andaki duygularımı anlatamam. O yıllarda kurum pek açık değildi, girip çıkmak formalite gerektiriyordu. Her zaman gitmek de mümkün olmuyordu. Belki bazı ihmallerinin görülmesini istemeyenler vardı. Bir akşam, eşlerimizle birlikte birkaç arkadaş, pasta, çikolata vs. alıp gittik. Tabiî çocuklar değişik insanlar görmediği için ya da çocukluğun verdiği heyecan ve sâfiyetle elimizdeki yiyeceklere saldırdılar. Kontrolden çıktılar. Bazıları birkaç tane çikolata yemiş; zaten bünyeleri zayıf, mideleri bozulan olmuş. Öğretmenleriyle görüşüp:
“-Nasıl yardımcı olabiliriz? El işi becerilerinde veya ne gibi ihtiyaçları varsa temin edelim.” gibi görüşmelerimiz oldu.
Sanki işlerine müdâhale ediliyor gibi pek memnun olmadılar. Evet, devlet onlara Türkiye şartlarında birçok âilenin veremeyeceği hayat şartlarını fazlasıyla veriyordu.
“-Akşamları bir gün süt, bir gün muz veriliyor.” diyordu bir öğretmen arkadaşımız… Çocuklar:
“-Gene mi süt?!” diyorlardı.
Yiyecek ve giyim konusunda fazlası var, eksiği yok. Ama ruhları aç!.. Sevgiye muhtaçlar; bu da ücretsiz, ama emek ister.
Sevgi, fedakârlık ve emekle yaşar. Bu da insanın ya da her canlının vazgeçilmez gıdasıdır. Çok şükür, “koğuş sistemi” denilen bu uygulamadan, “Sevgi Evleri”ne geçildi. Şimdi orada rahat sayılırlar. Eğer iyi eğitilmiş ablalara, bunların da merhameti bol olanlarına tesadüf ederlerse, inşâallah, topluma faydalı, hayata karamsar bakmayan, insanlara karşı intikam duyguları içinde olmayan, kendi kendine yeten ve hayata uyum sağlamayı beceren fertler olurlar. Şimdi küçükler… Ama yıllar öyle çabuk geçiyor ki!..
On sekiz yaşına gelince yurttan ayrılmak zorunda kalacaklar. Okula gitmek isteyenlere devlet sonuna kadar destek oluyor, ama küçükken başarılı olmaları da yine destekle… O yaşta geleceği düşünemiyor, okuldan da gerekli ilgiyi görebilirlerse okuyorlar. Ufak bir takılmada okuldan soğuyorlar. Bazıları meslek ediniyorlar.
Vakti müsait olanlar, gerek yaz tatillerinde, gerekse kışın o yavrulara, hele de üniversitede okuyan gençlerimize destek olmalı… İçlerinde çok zeki olanlar var. Nice kabiliyetler yok olup gitmesin! Güzel kumaşları, iyi terzilerin dikmesi gibi...
Sevgiye, ilgiye aç olan bu yavrulardan ayrılmak çok zor geldi. Günlerce tesirinde kaldım. Ne kadar zor şartlarda olursa olsun, bu konuda duyarlı olan herkesin yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. Sevgi, insana her şeyi yaptırır. Hiçbir şey yapamasak bile “Seni seviyorum!” demek, onların duymak istediği en ulaşılmaz kelimeler!... “Benim arkamda, beni seven, beni düşünen birileri var!” diyebilmek bile onlara tarifi imkânsız mutluluklar verecektir.
Bir insan yavrusunun, sıcak yuvasından ayrı büyümesi, onun ruh sağlığına kim bilir ne kadar olumsuzluklar yerleştiriyor. Çocuğu olmadığı için evini bu yavrulara açan anne-babaların, ileride gerçek anne-babaları olmadığını öğrendiklerinde nasıl bir hayal kırıklığına uğradığına şahit oluyoruz. Ya anne-babasını hiç tanımayan, nereden geldiğini, kim olduğunu bilmeyen, hayatında hiç kimseye “Anneciğim, babacığım!” dememiş olan o çocukların hâlet-i rûhiyesi... Bu durum, onların ruh dünyalarında nasıl bir tahribat yapıyor, kim bilir?!
Sevgi bir bütündür. Ama birçok teferruatı vardır. Çiçeği, hayvanı, tabiatı, sonuçta insanı sevmek, paylaşmayı bilmek, yardımlaşmak; hayatı iç içe yaşamak zorunda kaldığımız kişilere mutluluk verebilmek, fedâkâr olabilmek, hiç kimseye ön yargılı davranmamak…
Dünyaya bir daha gelme imkânı olmadığına göre, içinde bulunduğumuz anları kıymetlendirmek, geride bırakacağımız insanların yüreğinde bize ait sadece sevgi ile dolu hatıralar bırakmak... Şâir Muhammed Ali Eşmeli (Seyrî) ağabeyimiz, ne güzel söylemiş:
“Ağzın güzelim sözlere olmuşsa mezar
Dünyadaki tüm dilleri bilsen de, zarar
İnsanla konuşmak mı murâdın, dostum
Bir tatlı dil öğren, onu herkes anlar.”
İnsana değer veren, emeği geçen, hayatımızın mimarı olan, sevgi dolu insanlara minnet ve şükran duygularımla…
YORUMLAR