“-Ben Elif, senin gibi bir İstanbul sevdâlısı...” diye konuştu biraz ve Pierre Loti Tepesi’ne tırmandı sonra.
Türk dostu Pierre Loti’nin İstanbul’a hayranlığı, bu tepeye isminin verilmesine sebep olmuştu. İstanbul’un ne kadar farklı kültürlerden sevenleri olduğunu gururla düşünürken Haliç’in güzelliğini temâşâ etti. “Altın Boynuz” nâmını hak ettiğini biliyordu ama görmek başkaydı işte... Mesire yerlerinde tenezzühe çıkan Osmanlı halkını görür gibi oldu. Yolda aldığı simidi, sanki onlarla berabermişçesine zevkle yedi. Ardından Eminönü’ne doğru yola koyuldu. Yolda II. Abdülhamid’in Balat’ta bir gecede monte ettirdiği, dünyanın ilk prefabrik yapılarından biri olan kiliseyi görünce inip bir müddet inceledi, sonra yoluna devam etti.
Haliç’teki zinciri hayal etti sonra, karadan yürütülen gemileri gören Bizans askerlerinin yüz hatları gözünde canlanınca kıkırdadı. Çevresindeki insanların kendisine garip garip bakışını fark etmedi bile. Sanki yüzyıllar öncesindeydi o… Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Haliç üzerindeki uçuşunu görürcesine semâya göz gezdirdi. Yeni Câmi’de kuşlara yem verdikten sonra câmi avlusundaki müthiş sükûnete bıraktı bir müddet kendini... Dünyanın âlâyişinden, curcunasından ne güzel âzâde ediyordu bu mekân, yalıtıyordu âdeta... Ataları belki de bugünleri görmüş, onlara:
“-Gelin, kendinizle olabileceğiniz bu mekânlarda sükût orkestrasının muhteşem konserine kulak verin!..” demişlerdi hâl dilleriyle...
Ne güzel bir mirastı bu şehrin pek çok yerinde… Bir tuğra gibi, mühür gibi yadigâr... Unutulmalarını, âdeta imkânsız kılan zarafet âbideleri... Nakış nakış işlenmiş şadırvanlar, kubbeler, pencereler… Bir mektup, sanki o günlerden bugünlere... “O günün imkânlarıyla biz bu ölümsüz şâheserleri bıraktık, haydi siz de gününüzün imkânlarıyla medeniyetinizi ilmek ilmek taşıyın çağlara, nesillere... Hizmet edin, hayırla yâd edilin.” mesajını yüklenmiş…
“-Koku ister misiniz?”sorusuyla irkildi, saatine baktı, geç kalmamalıydı.
Havanın açık oluşunu fırsat bilip boğaz turuna çıktı. Denize bu kadar yakından hiç bakmamıştı. Bir yandan kokusunu içine çekiyor, diğer yandan bütün bu güzellikleri, fotoğraf karelerine sığdırmakta zorlanıyordu. Dolmabahçe’ye yaklaşırken onu bir şiirinde eteklerini denizden toplamış sultana benzettiğini hatırladı.
“-Gerçek mi bütün bunlar, gerçekten İstanbul’da mıyım?” dedi bir an; kendini gizlice çimdikledi.
Aman Allâh’ım! İşte Rumeli Hisarı’na gelmişlerdi. Gönlünün sultanı Fâtih, karşısında beliriverdi sanki. Projeleri incelerken; işçilerini, askerlerini teşvik ederken… İşçiler de ne şanslıydı; akranları herhangi bir bina yaparken onlar böylesi muhteşem bir hisarı doksan gün gibi kısa bir zamanda yapmış; asırlardır azmin gücünün bütün dünyaya îlânına vesile olmuşlardı. Hisarın yanı başındaki Âşiyan Mezarlığı’nda medfun bulunan İstanbul sevdalısı Yahya Kemal’i de gönülden selâmladı. İstanbul’a sevdalanmasının en büyük sebeplerinden biriydi Yahya Kemal... O’nun da başucuna gidebilmeyi ne kadar çok isterdi. Anadolu Yakası’na geçtiklerinde diğer yakada olduğu gibi yalılar ilişti gözüne... Kim bilir kaç sahip arasında el değiştirmişler; nelere şahit olmuşlardı.
Lisedeyken okuduğu “Eylül” romanı geldi aklına. Hocası, “Burada da İstanbul’la ilgili bir şey buldun, değil mi?” diye takılmıştı. Boğaza arkasını dönerek bahçede oturan birkaç kişi gördü sonra; dev bir ekrana bakıyorlardı. “Bu muhteşem tablodan daha câzibi olamaz, ama insan zamanla kayıtsızlaşabiliyor demek ki!..” diye düşündü.
Âilesinin isteğiyle İstanbul’da okuyan bir arkadaşının her gün vapura binmekten ne kadar sıkıldığını anlatışını hatırladı. “Ol mâhîler ki derya içredir; deryayı bilmezler” diye mırıldandı.
“-Bir şey mi dediniz?” dedi yanındaki genç.
Âdeta bu dünyaya hızla düşmüş; boyut değiştirmiş gibi hissederek irkildi Elif.
“-Hayır, size bir şey demedim.” diyebildi.
İstanbul’u yalnız gezmeyi istemekle ne kadar isabet ettiğini, daha iyi fark etti böylece... Beylerbeyi Sarayı’nın önünden geçerken tekrar kendi âlemine dönmüştü; öyle ki sarayın penceresinden Sultan II. Abdülhamid gözünün önüne geldi sanki... Kız Kulesi’ni görünce, “Hangi rivayet gerçek acaba?” diye sordu kendi kendine. Bu kaleye kapatılan prenses de boğaza arkasını dönenler gibi kayıtsız, gün saymakla mı uğraştı, diye merak etti. Yolcuların attığı simit parçalarını kapışan martıların çığlıklarıyla dikkatini onlara çevirdi.
“-Dünyanın en keyifli martıları, uçun da göremediğim her köşesini gezin İstanbul’umun!..” diye seslendi hafifçe.
Kimsenin, “Bana mı dediniz?” demesini istemiyordu bir daha… Rüya gibi süren boğaz gezisi bitmişti. Balık-ekmek satanların birbirlerini bastırmaya çalışan sesleri arasında indi vapurdan… Bir balık-ekmek de o aldı. Denize bütün benliğini kaptırarak her ânın tadını hissetme isteğiyle çiğnedi lokmalarını... Şarkılara konu olan balık -kmeği, tadından ziyâde, bu muhteşem tablonun içinde olma zevkinin meşhur kıldığına karar verdi.
Tramvaya binip Sultanahmed’e çıktı. Yirmi sekiz yaşında vefat edip on dört yıllık hükümdarlık hayatına nice hizmetleri sığdıran; câmi inşaatında taş taşıyan Sultan Ahmed’i ziyaret etti önce. Sonra turistlerin “Mavi Câmi” dedikleri Sultanahmed Câmii’ni... “Bir kitap fuarında burada olmak, Ramazan şenliklerine katılmak ne saadettir kim bilir?” diyerek dolaştı dış ve iç avluyu... Mavi rengin kraliçeler gibi baş tâcı edildiği, lâyık olduğu mevkiyi aldığı bir zirve mekân diye düşündü.
Dikilitaş’ı inceledi, bir müddet daha sonra. Mısır hiyeroglifi ile yazılan ve 390’da Mısır’dan İstanbul’a getirilen bu heybetli yapı, İstanbul’un kültür mozaiğinin çok eski bir parçasıydı.
“-Kimler geçmiş bu diyarlardan, kimler!..” dedi.
Turistlerin imrenerek bakışına hak verdi, yerden göğe kadar... “Her millete nasip olmaz böylesi çok renkli bir miras!..” diye not düştü defterine. Ayasofya’ya geçti sonra. Önünde Fâtih Sultan Mehmed atıyla yürüyordu hayalinde; ne heybet!.. Saatinin alarmı ile irkildi. Sultan II. Abdülhamid’i de ziyaret ederek Çemberlitaş’a geçti ve ver elini Beyazıt. Dünyanın en iyi beş yüz üniversitesi arasında olan meşhur İstanbul Üniversitesi’nin önündeydi artık... İstanbul’un fethinin ertesi günü, Fâtih Sultan tarafından kurulmuş olması ne büyük, ne şanlı bir başlangıç! Kim bilir kaç nesil geçmişti buradan... Dil, tavır, alışkanlık vs. bakımından ne kadar farklı talebeler adımlamıştı bu meydanı… “Talebeler” deyince üniversiteyi, İstanbul’da okumaya imkânının yetmeyişine içi bir kez daha sızladı. En büyük engel, yol masrafıydı. O yüzden bulundukları ilçeye en yakın şehir olan Ankara’da okuyordu. Nasip, buna şükür, bu imkânı bulmak isteyen niceleri var diye teselli buldu; daha önce defalarca yaptığı gibi... Sultan Beyazıd’ı hürmetle selâmlayıp Beyazıd Câmii’nin havasını teneffüs ettikten sonra heyecanla Süleymaniye’ye doğru yola koyuldu. Akşam olmadan Süleymaniye’yi görmeliydi. Önce Mimar Sinan’ı ziyaret etti.
“-Senden yüzyıllar sonra da olsa en büyük hayranlarından biri geldi. Mimarlar başı sultanım, Koca Sinan’ım!..” diye hitap etti. “Bugün de senin gibi mimarlar yetişsin inşâallah” duâsını tekrarladı.
Sonra tiyatroda yapılış hikâyesini canlandırdıkları Süleymaniye’yi sarhoşçasına dolaştı. Avusturyalı bir mühendisin “O zamanın imkânlarıyla bu kubbeyi, ancak melekler oturtmuş olmalı!..” dediğini duymuştu. Bu müthiş kubbenin altında bir semâzen gibi dönmemek için kendine hâkim olmakta zorlandı... Sultan Süleyman’ı da ziyaret edince yurda dönüş için yola çıktı. Hava karardıktan sonra dışarıda gezmesine anne-babası izin vermemişti; onlara hak veriyordu. Edirnekapı surlarının önünden geçerken Fâtih’i, güllerle karşılayan Bizanslı kızları görür gibi oldu. Hava karardığından dolayı üzülerek Mehmed Âkif’i uzaktan selâmlamakla yetinmek zorunda kaldı. Gözlerini kapatıp bir müddet onunla da hasbihal etti. Yolun geri kalan kısmında, bir yandan günün muhasebesini yaparken, öte yandan Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Nelerini Kaybetti” başlıklı yazısını hatırladı.
Ertesi gün kaldığı yurdun görevlileri ve talebeleriyle birlikte Anadolu Yakası’nın bazı yerlerini dolaştı; servisle dolaşmamış olsa, buraları gezmeyi aslâ yetiştiremezdi. Yûşâ Tepesi’nde, bu şehrin, Hazret-i Mûsâ’nın akrabâsı ve yoldaşı olan büyük bir zâtı ağırladığını bir kez daha hatırladı; boğazın Karadeniz’e açılan muhteşem manzarasını seyretti. Hüdâyî Hazretleri’ni ziyaret ettiğinde farklı bir heyecan kapladı içini; kadılık kaftanıyla ciğer satan bu gönül sultânıyla bir köşede sessizce konuştu, tefekküre daldı. Çamlıca’da boğazı yükseklerden seyrederken İstanbul’un boynuna sarılıveresi geldi. Başını Marmara’ya açılan bağrına yaslasa, gönlünün ateşini alır mıydı acaba? “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” şarkısını buradan söylemek hep hayaliydi ve mırıldanmaya başladı. Gezideki diğer talebeler, Elif’in tavırlarını çok garip buluyorlar; onun âdeta başka bir âlemde yaşadığını anlayamadıklarından:
“-Bir derdi mi var acaba?” diyorlardı.
Üçüncü ve son gün -yine uykusuz bir gecenin sabahında- sırt çantasını alıp teşekkür ederek vedâlaştıktan sonra Topkapı Sarayı’nı gezdi Elif… Kâh elinde şemsiyesi ile yürüyerek, kâh bir faytona binerek dolaşan hanım sultan gibi hissetti kendini... Câmi avlusunda hissettiği huzuru duydu iliklerinde.
Yerebatan Sarnıcı’ndaki 542 yılının Bizans’ından kalan esrarlı mitoloji efsanesi Medusa’nın hikâyesini hatırladı; dünyanın böylesi seçilmiş bir mekânında dolaşmaktan dolayı kendini en şanslı insanlardan biri addetti. Dışarı çıktığında geceden beri bozan havanın bıçak gibi soğuğu her yanını sardı. Elini çabuk tutmalıydı; son durağı ve en büyük hayali, Fâtih’e doğru yola koyuldu. En uzun zamanını Fâtih’ini ziyarete ayırmıştı. Onunla halleşeceği çok şey vardı. Fakat lapa lapa yağan kar şiddetini artırmış, görüş mesafesi gittikçe azalmıştı. Bir ara otobüsün sıcaklığı ve uykusuzluğundan, rehavet çöktü üzerine. Başı camda birkaç dakika daldı. Her zamanki rüyasını gördü yine. Ama bu sefer Fâtih Sultan yanına kadar geldi. Sırtını sıvazlayıp başını okşadı:
“-Hoş geldin has torunum, nicedir beklemekteydik!..” diyerek ellerini öptürdü.
Kan ter içinde uyandı Elif; artık kabına sığamıyordu. Bu arada zaten yavaş yavaş ilerleyen trafik bir müddet sonra durdu. İlerdeki zincirleme trafik kazasından dolayı yolun tıkandığını, normal seyre dönmenin zaman alacağını öğrenince âni bir kararla otobüsten inip yürümeye başladı. Fâtih’e fazla bir şey kalmamış olmalıydı Elif’e göre... Tipi hızlandıkça şalına iyice büründü. Yüreği kuş gibi çırpınıyordu. Tahmininden uzun sürdü yürüyüşü, ama otobüsten önce gelmişti işte. Zaten rüyanın tesiriyle yürüdü mü, uçtu mu anlayamamıştı. Eli ayağı birbirine dolaşmış olarak Fâtih Sultan’ın huzuruna edeple vardı. Çok şanslıydı. Yoğun kar yağışından dolayı türbedeki ziyaretçiler de çıkmış, Fâtih’iyle baş başa kalmıştı. Sanki tahtında oturuyordu Fâtih; ayak ucuna diktiği gözlerini kaldırıverse göz göze geleceklermiş gibiydi. Artık hıçkırıklarına hâkim olamıyordu Elif.
“-Geldim işte Sultânım, fethettiğin ve bizlere miras bıraktığın şehrini imkânım el verdiğince dolaştım da geldim. Edepte kusur etmedim, değil mi? Hediyene saygısızlık etmeyeyim diye îtinayla dolaştım. Hasretini bastırarak iki gün daha sabredip öyle geldim. İstedim ki, bu şehirde en son seni göreyim. Senden sonra da bu ânın güzelliğini hep içimde taşıyayım. Seninle ve İstanbul’la vedâlaşmak…”
Günlerin uykusuzluğu, maddî ve mânevî yorgunluğu zaten birikmişti. Karda farkında olmadan iyice üşüyen nârin bedeni ve hassas yüreği “vedâ” cümlesinin ağırlığına dayanamadı. Yüzünde tebessümlerin en güzeliyle sessizce yığıldı, kaldı.
Türbedâr kapıları kilitlemeden önce son kontrolünü yaparken fark etti Elif’i; ama o çoktan ebedî güzelliklere kanat çırpmış, hayatını bu, en güzel ânıyla noktalamıştı.
Sevim Hanım, televizyonda haberleri izlerken kabına sığamıyor, odada bir o yana, bir bu yana dolaşıyordu.
“-Bu karda kızcağazım ne yaptı? Âh Fikret, izin vermeyecektin... Benim prensesim, ne yaptı bu soğuklarda tek başına?!” diyordu.
Ertesi sabah kızlarını almak için güçlükle ulaştılar İstanbul’a... Yüzündeki dünyalar güzeli tebessüm, yaşadıklarını çok iyi anlatıyordu Elif’in... Fikret Bey ve Sevim Hanım aynı şeyi düşündüler; Elif, bu mutlulukla burada kalmalıydı. Canlarından öte canlarını orada bırakıp bembeyaz İstanbul sokaklarından ayrılırken Fikret Bey’in diline şu mısralar geldi:
İstanbul, kardan kefen giydi bak, bugün niye?
Sevgili azîz dostu kefenler giydi diye…
YORUMLAR