Soğuk bir kış günü… Sobanın çıtırtıları, üzerindeki güğümün kaynayışına eşlik ederken Fikret Bey, telefonunu:
“-Tamam kızım, hayırlı yolculuklar; varınca ara emi?” diyerek kapattı. Mutfakta olduğu için konuşmanın sadece sonunu duyan Sevim Hanım, heyecanla atıldı:
“-Bitmiş mi sınavları, geliyor mu Elif? Sahi niye varınca ara dedin? Karşılayacak mısın bu sefer?”
“-Sâkin ol hanım, otur hele.” dedi Fikret bey. “Sana söylesem râzı olmayacağını düşündüğümden, ilk kez kendi kendime izin verdim kızıma. İstanbul’a gidiyor. Sonunda hayalleri gerçek olacak inşaallah.”
Sevim Hanım, kâh ellerini yüzüne kapatıyor, kâh hızlanan kalbine bastırıyor, başını iki yana sallayarak söyleniyordu:
“-İnanamıyorum sana Fikret. Lütfen şaka olduğunu söyle. Kız başına Elif’i İstanbul’a nasıl gönderirsin? Bari birimiz olsaydık yanında... Ne yapar bilmediği o koca şehirde? Hem de aklı bir karış havada hâliyle… On üç yaşından beri İstanbul’un adı anılınca, ayakları yere basmaz olur biliyorsun. Esen yelden nem kapar, bir yandan… İstanbul’un havası bu mevsimde… Allâh’ım, Allâh’ım…”
Cümlelerini tamamlayamıyor, âdeta kızının başına bir felaket gelmişçesine çırpınıyordu. Fikret Bey, bir bardak su getirdi hanımına; konuşup açılmasını uzun uzun bekledi. Sonunda araya girip tane tane konuşmaya başladı:
“-Sevim, söylediklerinin hepsini ben de düşündüm. Ama birincisi, Elif’in en büyük hayali İstanbul’u yalnız gezmekti. «İstanbul’la baş başa kalmak» diyor, başka bir şey demiyordu, biliyorsun. İkincisi, on dördünden beri para biriktiriyor bunun için… Azıcık harçlığını, bayram paralarını, bursundan kırptıklarını… Bizimse durumumuz ortada; her ay ucu ucuna denkleştiriyoruz bütçeyi... Benim gibi bir işçi emeklisinin geliri nedir ki? Evimizin borçları bile bitmedi daha... Senin ya da benim yol ve orada gezme masraflarımızı biriktirmeye kalksak, birkaç yıl daha beklemesi gerekecekti Elif’imin… Oysa yavrumun artık beklemeye tahammülü kalmadı. İstanbul’a gidemediği her bir sene, içimde nasıl kanayan bir yaraydı, bilemezsin… Babalığımdan utanır olmuştum… Hassas yavrumun bize hissettirmemeye çalışarak gizli gizli akıttığı gözyaşları, yüreğimi nasıl dağlıyordu her seferinde… Şu odasına bak! Her tarafı İstanbul resimleri, kartpostalları, şiirleri… Televizyonda her İstanbul çıkışında gözleri nasıl doluyordu hatırlasana... Senin endişelerini de anlıyorum, ama içini ferah tut. O artık bir dönem sonra öğretmen olacak kocaman bir hanımefendi. Yirmi bir yaşında. Zaten hep istiyordu biliyorsun bu yaşta gitmeyi. Fâtih’in hissettiklerini hissetmekti ya hep hayali…”
Sevim Hanım biraz sâkinleşmişti. Fikret Bey’i dinlerken bir yandan da kızının odasının duvarlarına, ilk defa görürcesine göz gezdiriyordu. Kız Kulesi, Süleymaniye, Fâtih Sultan Mehmed’in Türbesi, Rumeli Hisarı, Boğaz… İstanbul için yazılmış şiirler… Derken telefon tekrar çaldı. Sevim Hanım koştu bu sefer; arayan Elif’ti:
“-Anneciğim, konuştunuz mu babamla?”
“-Konuştuk yavrum.”
“-Affediyorsun değil mi beni? Sana söyleseydik aslâ izin vermezdin.”
“-Haklısın vermezdim; hâlâ da içim rahat değil. Ama sen beni düşünme, içini ferah tut, güzel güzel gez gel. Tamam mı kızım? Bir de dikkat et soğuklarda, zaten netâmelisin.”
“-Tamam anneciğim, merak etme, hakkını helâl et.”
“-O nasıl söz bir tanem. Helâl olsun canım benim. Hadi çok yazmasın, varınca ara tamam mı?”
“-Tamam anneciğim, Allâh’a emanet olun.”
Elif, annesiyle de konuşunca ferahlamış; işin en zor kısmını atlatmıştı. Annesini üzmekten, kırmaktan çok korkuyordu. Elindeki günlüğünün sayfalarına daldı. Bir film şeridi gibi geçip gidiyordu İstanbul’a hasret günleri gözünün önünde…
Her şey on üç yaşında öğretmeninin herkese bir şehri araştırma görevi verdiğinde, ona İstanbul’un denk gelmesiyle başlamıştı… Kütüphaneden neredeyse hiç çıkmak istememişti ilk gün. Ve sonraki kütüphane araştırmaları… Ödevini en detaylı şekilde hazırlayan, büyük bir heyecanla sunan, bir tek o olmuştu. Öğretmen bile hayret etmişti ödevle bu kadar bütünleşmesine… Yine o zaman karar vermişti; tarih bölümünü okuyup o alanda ihtisas yapmaya… Lise boyunca İstanbul araştırmalarını fırsat buldukça sürdürmüş, büyük bir koleksiyon hazırlamıştı. Şiir, kartpostal, yazı, hikâye, haber… Tiyatro kulübünde sergiledikleri iki oyundan birinde Fâtih Sultan Mehmed’i canlandırmıştı. Öylesine hissederek oynamıştı ki rolünü, dakikalarca ayakta alkışlanmış, kaymakam da onu ayrıca tebrik etmişti. Süleymaniye’nin yapılış hikâyesini anlatan diğer oyunda da Mimar Sinan’ı canlandırmış, farklı ilçelerde oyunun tekrarı istenmişti. Hayallerinden, İzmit’e az kaldığını gösteren kilometre tabelasını görerek sıyrıldı.
Hayatında denizi gerçek olarak ilk görüşünü İstanbul Boğazı’nda yaşamak istiyordu. Bu yüzden İzmit yakınlarında, gözlerini kapatmaya karar verip; muâvinden, İstanbul’a yaklaşınca kendisini uyandırmasını ricâ etti. Son birkaç gündür çok az uyumuştu, ama İstanbul’a bu kadar yaklaşmışken aslâ uyuyamayacağını da biliyordu. Dile kolay… Sekiz sene, gittikçe artan bir aşk yangını şeklindeki İstanbul rüyası gerçek oluyordu. İnsan sevdikçe tanımak ister, tanıdıkça severmiş ya… Elif’in de, bu şiir misâli, destansı özel şehre olan hayranlığı araştırdıkça artıyordu.
“-Özel!..” diyordu; çünkü Allâh’ın bu şehre pek çok güzelliği bezlettiğini, şâhâne bir kudret tablosu olarak sergilediğini düşünüyordu. Pek çok medeniyeti buluşturup zengin bir miras bahşetmiş, Peygamber’ine onu tanıtıp fethini teşvik ettirmişti. Hem de ne teşvik… Nicelerinin gönlüne taht kuran bu murat, o ulu hâkâna nasib olmuştu.
İçi kıpır kıpırdı Elif’in... Gerekli parayı denkleştirdiğinde yaz mevsimini bekleyememiş, yarı yıl tatilini fırsat bilip çıkmıştı yola… Allah’tan yolculuk boyunca yanındaki hanım uyumuştu da oradan buradan konuşmak isteyen birisiyle yolculuk yapmaktan kurtulmuştu. Onu vuslata götüren, her dakikası özel bu yolculuğun büyüsü bozulsun istemiyordu. Derin bir nefes aldı… Birden Fâtih Sultan Mehmed geldi gözlerinin önüne… İstanbul’a sevdalandığından beri, kim bilir kaç kez rüyasında görmüştü… Gerçi günlüğünde her biri yazılıydı. Hep aynı rüya… Atının üzerinde, İstanbul semalarındaki bulutların içinden koşarak gelip âniden duruyor, “Gel” işareti yaparak tebessüm ediyor, kalbini âdeta yerinden çıkaracak o müthiş kartal bakışıyla bakarak, dört nala uzaklaşıyordu. Epeydir görmemişti bu rüyayı... Özlemişti ki nasıl… Onu ziyareti ise, İstanbul’daki son gününe saklıyordu. “Bize emânet ettiğin İstanbul’unu gezdim gördüm.” demek istiyordu ona. Zaten İstanbul’a meftun olmasındaki en büyük rol, Fâtih’in İstanbul’a olan aşkı değil miydi? “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni!..” derken sanki Elif yanındaydı… Öyle heyecan veriyordu ki ona bu arzu, bu kararlılık, bu meydan okuma… Yüreğine, gönlüne, cesaretine, dirâyet, metanet ve üstün yeteneğine öylesine hayrandı ki… Fâtih ismini taşıyanların yanında, elinde olmadan onu hatırlıyor, duyguları yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek diye korkuyordu.
Yüzündeki tatlı tebessüm, muâvinin uyarmasıyla birden ciddileşti. İstanbul’a girmişlerdi. Teşekkür edip pür dikkat toparlandı. Her bir karesini zihnine yerleştirmek istercesine bakıyordu. Günün ilk ışıklarıyla hareketlenen şehir, hızla akıyordu gözlerinin önünde… Derken Boğaz Köprüsü göründü… Elif artık kabına sığamıyordu. Köprüden geçerken bir o yana, bir bu yana bakıyor; boğazın güzelliğiyle mest oluyordu. Ortaköy Câmii’nin minârelerinin ucu sanki yüreğine değiyordu. Bu ne zarâfetti yâ Rabbi!.. Ya bir uçtan bir uca boğaz… Sabah trafiğine takılıp yavaş yavaş ilerlenmesi Elif’i içten içe sevindiriyordu. İleride nokta gibi Sarayburnu, boğaz kenarında Dolmabahçe, Çırağan, birer kayık gibi görünen gemiler ve denizin göz kamaştırıcı güzelliği… Yıllardır gördüğü resimlerin içine düşmüş gibiydi. Belli başlı bütün şâheserlerini tanıyıp, plânını zihninde oturtmuş olmaktan dolayı ne kadar şanslı olduğunu hissetti.
Köprünün sonuna gelmişlerdi bu arada. Telâşla işine giden insanların, içinde yaşadıkları bu nîmetin farkında olup olmadıklarını merak etti; haberlerde sık sık şikâyetlenen insanlar geldi hatırına sonra… Ne zaman İstanbul’dan şikâyet eden birilerini görse içi burkulur, biriciğine lâf söylemelerini hazmedemez, kırılırdı. İstanbul’un da, Fâtih’in de kırılacağını düşünürdü bir yandan… Keşke İstanbul’da sadece İstanbul âşıkları yaşasaydı, ne güzel olurdu. Böylece hem seve seve dikenlere katlanılır, hem de bu nâdide güzelliğin korunması için üzerine titrenirdi. Bütün bunları düşünürken otogara geldiklerini fark etti. Çabucak toparlanıp servisle kalacağı yurda gitti. Eşyalarını yerleştirdikten sonra, ertesi gün yurt görevlilerinin düzenleyeceği Anadolu Yakası gezisine katılabileceğini öğrendi. Nöbetçi hoca hanım:
“-Kahvaltı için yemekhâneye buyurun. Daha sonra da yatakhânede istediğiniz kadar istirahat edebilirsiniz, yoldan geldiniz, yorgun görünüyorsunuz!..” deyince içinden gelen “Hayır!” haykırışını güçlükle bastırarak nezâketle teşekkür edip, hemen çıkmak istediğini söyledi.
Hocahanım, hiç böyle bir misafirle karşılaşmadığı için şaşırmış, öylece kalakalmıştı. Elif, gideceği yerler hakkında aldığı yol tariflerini de yazınca soluğu dışarıda aldı. İşte İstanbul’uyla baş başaydı… Yol boyunca fotoğraflar çekip, notlar alarak doğru Eyüp’e gitti önce... Bu, rahmetli ninesinin tavsiyesiydi. “İstanbul’a gidince önce Eyüp Sultan ziyaret edilmeli!..” demişti.
Medine’den İstanbul’a, o devirde yolculuk; hem de bizde bir köşede öylece hizmet beklenip oturulan bir yaşta… Ya “Benim cesedimi gidebileceğiniz en ileri noktaya gömün!..” buyurması?! Ölürken bile ilerlemeye teşviki?! Bu duygularla geldi Eyüp Sultan’ın kabrinin önüne ve gönül diliyle hâlleşti. Yine Fâtih’i geldi aklına... Akşemseddin Hazretleri’nin Eyüp Sultan’ın yerine koyduğu işareti test için gizlice değiştirişi, Akşemseddin’in ise şaşırarak işareti tekrar eski yerine koyuşu… Bir tebessüm kapladı yüzünü Elif’in, elleri yüzünde öylece kaldı bir müddet... Daha sonra vaktini plânladığı şekilde kullanmak için oradan Necip Fâzıl’ın kabrine geçti. Kendisini çok etkileyen, aşkını, merakını alevlendiren “Canım İstanbul” adlı şaheser şiirin sahibinin başucundaydı işte…
YORUMLAR