Tarihî Endülüs coğrafyası, bugünkü İspanya’nın yüzde 95’ini, Portekiz’in tamamını ve Fransa’nın yaklaşık yedide birine denk düşen güney bölgesini kapsamaktadır.
“-İspanya’ya dair ne biliriz?” diye sadece gençlere değil, yaşlılara da sorsak; boğa güreşleri, Flamenko dansı, Barselona maçlarından başka aklımıza Endülüs Medeniyeti’nden ne gelir?
Kaçımız biliriz; Madrit’in aslında Mecrit, Toledo’nun Tuleytula, Granada’nın Gırnata, Sevilla’nın İşbiliye, Cordoba’nı Kurtuba olduğunu! Ve kaçımız biliriz, müslüman, yahudi ve hristiyan dinlerine mensup farklı ırk ve kültüre sahip insanların, İslam şemsiyesi altında Endülüs’ün ilk fetihlerinin gerçekleştiği 756 yılından 1492 yılında Kurtuba’nın bu günkü adı ile Gırnata’nın düştüğü yıllar arasında huzur içinde yaşayıp birlikte büyük bir medeniyet kurduklarını…
Endülüs’ün kuruluş yılları, İslâm toplumunun en seçkin dönemlerinden Tâbiûn dönemine rastlar. Tâbiûndan bir grup, bilhassa fetihte yer alarak İslâm’ın yeni kalesinin mâneviyatı için çalışmışlardır. Tâbiûna bu aşkı ve gayreti veren ise, Hazret-i Osman’ın Abdullah bin Nâfi ve arkadaşlarına yazdığı mektuptur:
“Konstantiniyye (İstanbul), deniz tarafından fethedilecektir. Eğer siz Endülüs’ü fethedebilirseniz, âhir zamanda Konstantiniyye’yi fethedeceklerin ecrine ortak olursunuz.”[1]
Hazret-i Osman’ın bu tahmin ve müjdesi, Endülüs’ün insanlığa takdim ettiği bir medeniyeti, kültürü, anlamak açısından çok mühimdir. 781 yıllık bu medeniyet, Maria Rosa Menocal’in ifadesiyle, “Dünyanın ziynetidir.”
Ülke fethedildikten sonra, Endülüs İslam devleti, toplum yapısını, ahlâkî prensipler ve hukukî kaideler üzerine inşa etmiştir. Fethedilen ülke halkına zımmî hukuku uygulamışlar, bununla gayr-i müslimler; fetih gününden itibaren can, mal, nâmus, din ve dil güvenliğine sahip olmuşlardır. Çok kültürlü Endülüs Devleti, her bir kültürün varlığını rahatlıkla sürdürmesi için farklılıklardan kaynaklanan taleplere saygı duymuş, İslâm’ın temel prensiplerinden zımmî hukukunun gereğini tam olarak uygulamıştır. Sistem, aslâ kişilerin insâf ve inisiyatifine bırakılmamıştır.
Kurtubalılar, iki hususta hassastırlar. İlki cihad, Allah yolunda savaşmak; ikincisi ise ilim için seyahat etmektir. Kurtubalılar ilim için önce Kayravan ve Mısır’a oradan yolculuklarına devam ederek temel İslâmî ilimler için Hicâz’a, Medîne’ye; Felsefe ve Fen bilimleri içinde Bağdat’a gitmişlerdir. Öğrencilerin ilim için bu ülkelere gitmesini, Endülüs halifeleri teşvik eder, yolculukları için destek olur. Doğudaki kıymetli âlimler, yüksek ücretler ödenerek, Kurtuba medreselerine dâvet edilir. 10. yüzyılda Kurtuba, ilimde Bağdat ve Kahire ile yarışır olmuştur.
Avrupa açısından ise, en büyük ilim merkezi hükmündedir. Avrupalılardan sadece ilim öğrenmek için 925 yılında Kurtuba’ya gelen öğrenci sayısı, 700 civarındadır. Fransa kralı IV. Lois’in kızı Elizabet başkanlığında bir grup öğrenci, Kral Philip vezirinin nezaretinde 215 öğrenciyi, İngiltere kralı II. George kardeşinin kızı ile birlikte bir grup kız öğrenciyi Kurtuba’ya ilim öğrenmek için göndermişlerdir. Bugün İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde mevcut tarihî üniversitelerin eğitim sistemi, okudukları kitaplar Kurtuba’dan örnek alınarak oluşturulmuştur. Halife Hakem’in 400 bin kitaba sahip olduğu, kıymetli kitapları temin için yüklü paralar verdiği, nadir eserleri satın alması için birçok kişiyi İslam ülkelerine gönderdiği “Verrâkîn” ismi verilen bu kişilerin sayısının çok fazla olduğu bilinmektedir.
Ebu’l-Ferec İsfehânî’nin eserini Iraklılar görmeden yüksek miktar ödeyerek Kurtuba’ya getirtildiği bilinir. Kahire, Bağdat, Şam, İskenderiye de Halife Hakem için kitap kopyalayıp Kurtuba’ya getiren müstensihler vardı. Her Kurtubalının evinde kütüphane olur. Kıymetli kitaplar, açık artırma ile satılır. Âlimler kadar, açık artırmalara halk da katılır. Vezir Futays’ın büyük bir kütüphaneye sahip bulunduğu, kütüphanesinin fonksiyonel bir okuma salonu olmasının yanı sıra, kimseye ödünç kitap vermeyip isteyene bir nüshasını çıkartarak hediye ettiği kaynaklarda geçmektedir. Ortaçağ’da Avrupa karanlık içinde boğulurken yanı başındaki Endülüs, ilimde zirvedir.
Endülüslüler, dindar kimselerdir. Temizliğe çok önem verirler. O tarihlerde Avrupa’da 800 hamamı olan tek şehir Kurtuba’dır. Başkent olur olmaz Kurtuba’da mescit sayısı 500 iken 10. asrın sonunda 4 bine yakındır. Bugün Cordoba sokaklarında görülen kiliselerin tamamı, Endülüs mescitlerinden dönüştürülmüştür.
Endülüslüler ilim, edebiyat ve sanata çok önem verirler. Endülüslü kadınlar, iyi eğitim almış, ilmî çalışmalarda özellikle edebiyatta söz sahibidirler. Ümmü’l-Amr binti Mervan, sarayda çalışan Endülüslü hanım doktorlardandır. Dokumacılık, terzilik, pazarcılık, orta sınıfa mensup kadınların işlerindendir. Sınıflar arası geçiş, ilim ve ekonomide ilerleme ile çok mümkündür. Endülüs’te cuma ve bayram namazlarına kadınların katılması mecbûrîdir. İbn Hazm, “Güvercin Gerdanlığı” isimli eserinde kadınların şifacılık, seyyar satıcılık, sütannelik, ebelik, kuaförlük ve ağıtçılık yaptıklarını söyler. Meryem binti Ebi Yakub’un kadınlara edebiyat dersi verdiği, kadınlara ait özel edebiyat sanat okullarının olduğu anlatılır.
Endülüs’te İslam toplumlarında eşi-benzeri görülmemiş bir entelektüel ortam mevcuttur. İbn Rüşd, Sokrat’ı İslâm Âlemi ile tanıştıran filozoftur. Anadolu topraklarına kadar gelmiş, Anadolu irfan seviyesini yüksek fikirleri, hazmedilmiş, müsâmahakâr İslâmî düşüncesi ile geliştirmiş büyük alimlerden İbn-i Arabî, Endülüslüdür. Yahudi alim İbn Meymun, Endülüslüdür.
Endülüslü herkes, güzeli ve güzelliği keşfetmeye, ortaya çıkarmaya, neşretmeye pek gayretlidir. Öyle ki, Endülüslü tüccarlar, kâğıt, ipek, egzotik meyveler, porselen, barutun en iyi üretildiği yer olan Çin’e kadar gitmişlerdir. O dönemin Endülüs’ü Çin’i, Çin de Endülüs’ü tanır. Tarih, çok güçlü imparatorluklar görmüştür. Bu sömürgeci devletler, kılıçla girdikleri yerde hiçbir ilim, kültür, sanat eserleri üretemedikleri için, belki daha güçsüz olarak o ülkenin kültüründe asimile olup yok olup gitmişlerdir.
Zevk-i selîm, kalb-i selîm, akl-ı selîm sahibi, ilme ve öğrenmeye âşık gayretli Endülüslüler, büyük bir medeniyet kurarak günümüze kadar ulaşan çok önemli eserler vermişlerdir. Mimarî eser harikası el-Hamra sarayı inşa edilmiş, bu sarayda yapılan ilk kutlama Peygamber Efendimiz’in mevlididir. Sarayın duvarları, sütunları “Lâ gâlibe illâllâh: Allah’tan başka kazanan yoktur.” yazıları ile kaplıdır. Yahya Kemal bu güzelliği anlatırken: “Dünya üzerinde hiçbir târihî eserin duvarlarında, sütunlarında bu kadar çok Allah lafzına rastlanılmaz!” der.
Mimarî eser harikası Kurtuba Ulu Câmii, haçlı seferinden hemen sonra Rönesansvârî kaba mimari ile katedrale çevrilmiştir. Bugün o muhteşem mâbette güvenlik güçleri namaz kılınmasına, dua etmek için ellerin kaldırılmasına dahî izin vermez, yapacak olanların tur lisansını iptal ederler.
Bu büyük hoşgörü medeniyetini, güyâ din kisvesi altında, itibarlarını ve ülkenin iktisâdî yapısından payları kaybetmek istemeyen krallar yerle bir etmiştir. Onlar fanatik din adamlarını devreye sokmuş, büyük haçlı orduları oluşturularak halk galeyana getirilmiş ve Müslüman-Yahudi, başka ifadeyle hıristiyan olmayan bütün insanlar ölümle din değiştirerek hıristiyan olmak arasında bırakılmıştır.
Birçoğu Endülüs’ten çıkamadan öldürülmüş, bazıları korsan gemileriyle Afrika’ya gitmiş, bazıları deniz yolunun yarısında katledilerek mallarına-mülklerine el konulmuştur. Çok az sayıda hıristiyanlığı seçerek burada kalan müslüman halka, “Morisko” adı verilmiş ve her zaman kendilerine şüphe ile yaklaşılmıştır. Son Müslüman topluluk, 1609 yılında sürgün edildikten sonra İber Yarımadası ile Müslümanların tüm ilişiği kesilmiştir.
Kalan son şehir Gırnata’nın hükümdarı, bir elçiyle Sultan Bayezid’ten yardım istemiştir. Elçinin padişaha sunduğu kasîde Endülüs’ün o trajik çağ şâirlerinin en büyüklerinden Ebu’l-Beka Sâlih bin Şerif’in “Endülüs Mersiyesi”dir.[2]
Bu acı dolu mersiyenin bir kısmında şöyle geçer:
“Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi,
Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı
Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.
Âh! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne nâmı var ne nişânı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu. (...)
Camiler kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı
Nûr yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...
Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.
Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku! (...)
Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!
Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu? (...)
İhsan Süreyya Sırma Hoca'nın Endülüs’teki izlenimlerini anlattığı eseri, “Âh Endülüs!” adıyla yayınlanmıştır. Tarihin acı sayfalarını okumak tarih hafızası oluşturmak için önemlidir.
Endülüs’le ilgili anlatılacak çok şey var. Ancak biz son olarak tarafsız bir muâsır romancıdan bir iktibasta bulunmakla yetinelim:
“Hiçbir din, müsamahasızlıktan ârî değildir. Fakat birbirine hasım olan bu iki dinin bir bilançosunu yapacak olursak İslam, hiç kötü görünmemektedir. Şayet benim atalarım İslam ordusu tarafından fethedilmiş bir ülkede yaşayan hıristiyanlar olmak yerine, hıristiyan ordusu tarafından fethedilmiş bir ülkede yaşayan Müslümanlar olsalardı, zannetmiyorum ki on dört asırdan beri inançlarını koruyarak şehir ve köylerinde hayatlarını sürdürebilmiş olsunlar. Sahi İspanya Müslümanlarına ne oldu? Ya Sicilya Müslümanları? Bir tek kişi kalmayıncaya dek kayboldular, soykırıma tâbî tutuldular, sürgüne ya da vaftiz olmaya zorlandılar.” (Amin Maalouf)
[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye.
[2] Ebü’l-Bekâ Sâlih bin Şerîf, Tercüme: Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş, İstanbul, 1985, s: 85.
YORUMLAR