Enes -radıyallâhu anh-’tan nakledilen, “Mîraç” hadîs-i şerîfi olarak meşhur olmuş rivâyete göre, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“…Sonra Cibrîl, beni en yakın semâya çıkardı ve kapının açılmasını istedi.
«-Kim o?» denilince:
«-Ben Cibrîlim.» dedi.
«-Yanındaki kim?» denildi.
«-Muhammed.» (s.a.v.) cevabını verdi.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Îman, 259)
* * *
Mîraç, Peygamber Efendimize bahşedilen mûcizelerden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde bahsedilen “gece yürüyüşü”nün nihayeti olarak gerçekleşmiş ve Peygamber Efendimiz’in Allah katına yükselmesi, hadîs-i şerîflerde bize de safha safha anlatılmıştır.
Biz bu yazımızda, Mîrâc’ın ne zaman ve ne şekilde gerçekleştiği hususundan ziyade, her bir kulun gökyüzüne doğru kanat açmasını (mîrâcını) işleyeceğiz.
* * *
“Her şey ilk adımla başlar.” der, bir mütefekkir... Çocuk, yürümeye ilk adımla başlar. Uzun yolculuk ilk adımla; hedefe doğru gidiş, ilk adımla başlar. İlk adım olmadan bir başlangıç, başlangıç olmadan da nihayet olmaz.
Baharın kokusu her yanımızı sardı. Bahar, diriliş; yuvadan şöyle bir etrafa bakış ve uçsuz bucaksız ovalarda kanat çırpışın adıdır.
Bahar, uzun aylar boyunca kışı sakladı koynunda… Kış, üşüttü. Hattâ bazen sabırları taşırdı. Ama bahara hâmile bir yanı vardı. Sonunda tomurcuk patladı, çiçekler râyihalarını yaydı cömertçe... Yeşilin tonları maviye karıştı. Yağmur ipil ipil yağdı, rahmet libâsıyla. Toprak, anne gibi eşsiz kokusunu verdi, Âdem’in çocuklarına…
İnsanların niyetleri değişti. Kötülük düşünmemek üzere sözleştiler. Baharın sıcaklığı kana karıştı, yüreklere ulaştı. Yüreklerden taştı; yolları, sokakları, caddeleri doldurdu. Baharın huzuru parkta koşan çocukta, pencere önünde geçmişine bakan yaşlı teyzede, câmi avlusunda namaz vaktini bekleyen yaşlı amcaların gözlerinde duyuldu.
* * *
Bir yürek vardı çırpınan… Alnını seccâdesine koymuş, “Ümmetim” diye çırpınan bir yürek... Kızgın çöl kumlarına karışmış gözyaşları... “Âh ümmetim!” diye hıçkıra hıçkıra ağlayan bir yürek… “Allâh’ım! Ümmetime merhamet eyle!..” diye feryat eden bir yürek... Ve O’nun etrafında halka halka büyüyen, Ebubekir misâli yürekler…
* * *
O’nun yüreğine de bahar geliyordu. Namazın en müstesnâ yerinde yükselirken yücelere, “secdeleri çoğalt” deniyordu, gittiği yerde... “Secdeleri çoğalt ki, her bir secde mîracın olsun senin…”
Ne zaman gelecekti dikenli yollardan sonra gülistan… Kaç kişiydiler? Bir O, bir Hatice, bir Ali, bir de Ebubekir -radıyallâhu anhüm-.
Sadece bir elin parmakları kadar bile değillerdi. Bu kadarcık insanla baharı getirmek! İnanmak, bu dikenli yollara inat yürümek!.. Ümmü Cemîle varsın, diken döksün yollarına… O, geçecek ve kendisini bekleyenlere baharı muştulayacaktı. Ebû Leheb varsın O’na “yalancı” desin, “Sihirbaz” desin!.. O, kavmine baharın yakın olduğunu hep söyleyecekti.
Zaman zaman üzülecek, zaman zaman gözyaşları sel olacak… Ama O’nun Rabbi, “Lâ Tahzen: Üzülme!” diyecekti.
Bir sarmaşık gibi saracaktı, insanları, O’nun bahar tazeliğindeki sözleri... İlâhî kelâmdan okuduğu âyetler, insanların gönüllerine hayat ırmağı akıtacak, ölü kalplere can suyu verecekti.
İslâm, garip olarak başlamıştı; garip olarak devam ediyordu. O’nun etrafında da garipler toplanmıştı. Bahar, en çok garipleri sevindirmez mi zaten? Soğuğu, kimsesizliği, çaresizliği bütün hücrelerine kadar hisseden garipler bekler, baharı dört gözle!.. Köleler, fakirler, kimsesizler…
O da bir muhabbet çağlayanı idi, yetimlerin sahibi, öksüzlerin umudu!.. O kimsesizlerin hâmisi, ezilenlerin, mazlumların güçlü bileğiydi. O, canlı cansız bütün âleme inen bir “rahmet pınarı” idi.
Bir insan olarak çaresiz kaldığı, acziyetini bütün zerrelerinde hissettiği Tâif dönüşünde O “Âlemlerin Rabbi”, “âlemlere rahmet olarak” gönderdiği Habîbi’ni huzuruna çağırdı, O’nu tesellî etmek için…
“-Gel!” dedi O’na… O da seve seve bu emsâlsiz dâvete icâbet etti. Sevindi, sevindi. Sevinci tâ meleklerin kalbinde duyuldu. Rabbi, O’na “gel” diyordu, durulur muydu hiç!..
“Kulu Muhammed’i, bir gece vakti Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren” Rabbi, O’nu katında ağırlamayı murâd etmişti.
İşte bu, baharın bir tomurcuk olup yüreklerde patlaması gibi bir şeydi. Ulvî bir dâvetti. Dâvet eden de yüce, dâveti getiren de, dâvete icâbet eden de…
* * *
Ümmetin dirilişi için, sarp kayalar gibi sert yüreklerin yumuşaması için affını istedi bütün insanlığın… Yüreği o kadar geniş ve derindi ki, bir insan yuvarlanmasın istiyordu cehennemin çukurlarına. O insan, hayatı boyunca kendisine kötülük yapan kimseler de olsa fark etmezdi. Hepsi, bu sağanak sağanak yağan ilâhî rahmetten istifade etmeliydi. Bu apaçık hakikati, güneş kadar aydınlık gerçeği görmeliydi. Bu nûr, herkesin kalbini aydınlatmalı, bu hidâyet, herkesin gönlüne rehber olmalıydı. Fakat bir de imtihan sırrı vardı.
* * *
O Allâh’ın Habibi, Mîrâc’a gitti ve geldi. Nasıl gitti, nasıl geldi? İnsan akıl ve idrâkinin üstünde bir keyfiyettir Mîrâç… Biz îman ettik: O, gitti, Rabbiyle görüştü ve geldi.
Ne mutlu bize ki, Mîrâc’ı olan bir peygamberin ümmetiyiz. Ne mutlu bize ki, Mîrâç’tan beş vakit namazı getiren bir Peygamber’in ümmetiyiz.
* * *
Mîrâç nedir?
Mîrâç bir uyanıştır. “Sen ne zaman uyanacaksın?”
Mîrâç, secdenin yörüngesinde dönmek, secdenin istikametinde kaybolmaktır. “Senin secdelerin ne zaman mîrâç olacak?”
Mîrâç, kalbin inkılâbıdır; “Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ” ifadesinde… Mîrâç, umut bekleyen her bir yüreğe umut ekmektir. “Senin kalbinin inkılâbı ne zaman? Ne zaman kurtulacaksın benliğinden, nefretinden, kininden…”
Mîrâç, Bilâl’e, “Ezan oku da bizi ferahlat, ey Bilâl!” demektir. Ezanla, namazla ferahlanmaktır.
Mîrâç, Habbab’a; “Sizden önce öyle ümmetler vardı ki, etleri, demir taraklarla kemiklerinden ayrılırdı da onlar bu hâllerinden şikâyet etmezlerdi. Siz de sabredin. Rabbim sizi de kurtaracak, size de güzel günler gösterecek!..” (Bkz: Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 29) tesellîsi vermektir. Namazla, Allâh’ın huzuruna duran bir fert olmak, O’ndan, sadece O’ndan istemek demektir.
Mîrâç, elinde bir ömür insanları felâha kavuşturacak müjdelerle geri dönmek ve “Rabbimden size namazı getirdim.” demektir.
“Göz nûru olan” namazı, ümmetin her ferdine sonsuz hazineler gibi dağıtmaktır.
Mîrâç, Habibullâh’ın, Rabbi ile en yakın olduğu, mâhiyeti sırlarla örtülmüş müstesnâ bir vuslattır.
O’nun mîrâcı böyle, peki, senin mîrâcın nasıl?
YORUMLAR