SENİ ÖLDÜRMEYE GELEN SENDE DİRİLSİN

İslâm âleminin yetiştirdiği en büyük hukukçu ve Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, âlim ve fâzıl bir insandı. Yaşadığı dönemde onun üstün meziyetlerini bilenler ve onu lâyıkıyla takdîr edenler bulunduğu gibi, onu kıskanıp çekemeyen hasımları da vardı. İşte bu hasımlarından biri, bir gün hased ve kininde o dereceye vardı ki, îtidâlini kaybedip hiçbir sebep yokken İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye bir tokat attı. Ebû Hanîfe Hazretleri ise muhâtabına bakarak onun hiç beklemediği şu karşılığı verdi:

“–Senin tokadına ben de bir tokatla mukâbele edip sana bu hareketinin cezâsını verebilirim, buna gücüm yeter. Ama bunu yapmayacağım.

Seni, cezâlandırması için halîfeye şikâyet edebilirim, fakat bunu da yapmayacağım.

Bana yaptığın bu kötülüğü, Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edebilirim, bunu da kat’iyyen yapmayacağım.

Mahşer günü, senden benim intikamımı almasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz edebilirim. Ancak o dehşetli günde, seni böylesine zor bir durumda bırakmayı da düşünmüyorum.

Kıyâmet şu anda kopsa ve bu sözlerim, senin hakkında bir şikâyet olarak kabul edilse, derhal sözümü değiştirir ve Cenâb-ı Hakk’a, Cennet’e sensiz gitmek istemediğimi söylerim.”

Adam, bu merhamet dolu fazîletli sözler üzerine âdeta dondu kaldı. Ebû Hanîfe Hazretleri’nin şefkat yüklü her bir cümlesi, sanki bir anne-babanın evlâdına olan muhabbetinin bir misâliydi.

İnce ve zarif ruhlu Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bu tavrı karşısında adamın kasvetli gönlü altüst oldu. Bir müddet rûhî çalkantılar yaşayan adamın kalbindeki kin, husûmet ve öfke duyguları eridi, kayboldu. Derken anlarla ifade edilebilecek bir zaman içinde gönlünde apayrı bir muhabbet kapısı aralandı. Sanki biraz önce hasedinden saldıracak kadar düşmanlık besleyen o adam gitti, yerine yaptığı edepsizlikten bin pişman olan ve İmâm-ı Âzam Hazretleri’ni candan seven minnettar bir insan geldi. Ebû Hanîfe Hazretleri, bu hareketi ile hem kendisini intikam ve öfke ateşinden kurtardı, hem de kendisine kasteden hasmını, gönlünün huzur dolu sarayında misafir etme fazîletini gösterdi.

Tasavvufî ahlâk da aslında bu gönül hassâsiyetine sahip olmayı gerekli kılar. Nitekim Rislân-i Dımeşkî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:

“Şâyet sana düşman olanı yenmeye kendinde bir güç bulursan, bulduğun bu gücün şükrânesi olarak onu affet.”

İşte İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin hikmet dolu sözleri karşısında âdeta eriyen hasmı, derhal o mübârek zâtın ellerine kapandı ve affını diledi. Ebû Hanîfe Hazretleri de kendisini çoktan affettiğini, bu vesîleyle Cenâb-ı Hakk’ın da kendilerini bağışlamasını ümîd ettiğini söyledi. Zîrâ o mübârek zât, insanları affede affede Allâh’ın affına lâyık olabilmenin azmi içindeydi.

Bu kıssadan alınacak ilk ve en büyük ders, insanlara karşı muâmelelerde tevâzû ve affediciliği elden bırakmamak gerektiğini kavramaktır. Şâyet İmâm-ı Âzam Hazretleri, tokat yediğinde nefsine mağlûb olup aynıyla mukâbele etseydi veya:

“–Sen beni tanıyor musun? Benim kim olduğumu biliyor musun?” gibi gurur ve kibir kokan sert ifâdeler kullansaydı, bu durum, muhâtabında hiçbir müsbet tesir meydana getirmeyecek, bilâkis onun nefsâniyetini tahrik ederek kin ve gayzını artıracaktı.

İkinci husus; şahsî meselelerde muktedir olduğu hâlde intikam almamak, âcizlik ve pısırıklık değildir. İnsan, güçsüzken zaten elinden bir şey gelmez. Bu sebeple asıl fazîlet, peygamberler ve velî kullarda olduğu gibi güçlüyken affetmesini bilmektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde; yıllarca mü’minlere zulmetmiş, canlarına ve mallarına kastetmiş, kendilerini anayurtlarından çıkartmış olan müşriklerin hepsinden bir emriyle intikam alabilirdi. Fakat Âlemlere Rahmet Efendimiz, o gün büyük bir af îlân ederek gönülleri fethetti. Zîrâ O’nun murâdı, hak etmiş bile olsalar, insanların helâk olması değil, bilâkis bütün hataları, kusurları ve günahlarına rağmen herkesin hidâyet pınarında yıkanıp arınması idi.

İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu yüce hassâsiyeti, günaha duyulan nefreti, günahkâra taşırmamak ve ne kadar kusurlu olursa olsun Rabbimizin kullarına Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek fazîletidir. Bu da ancak nebevî bir terbiye ile elde edebilecek bir takvâ hâlidir.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, günahkârları yaralı bir kuş gibi farz edip onları tedâvî için kendi gönül sarayına şöyle dâvet eder:

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da, gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Bu rahmet çağrısı; ne durumda olurlarsa olsunlar, Allâh’ın bütün kullarını hakîkî saâdeti tatmaya, gerçek fazîleti idrâk etmeye ve İslâm’ın güler yüzünü seyretmeye dâvettir.

Diğer taraftan mazlûmun en büyük silâhı, duâsıdır. Yukarıdaki kıssada Ebû Hanîfe Hazretleri, bu silâhını, hasmını yok etmek için bir bedduâ olarak kullanmak yerine, onun kalbindeki kin ve nefreti söküp atan bir duâ olarak kullanmıştır. Gerçekten onun göstermiş olduğu anlayış ve olgunluk, fiilî bir duâ hâlinde hasmının gönlünü fethetmiş ve bu hâdise, her ikisinin de hayrına neticelenmiştir.

Yine bu hâl, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Tâif’te taşlandıktan sonra o belde halkının kahrı için değil de, hidâyeti için duâ etmesini hatırlatan müstesnâ bir gönül ufku sergilemektedir.

Öte yandan şunu da ifade etmek gerekir ki, fazilet sahibi insanlar, her hâlükârda çeşitli sebeplerle düşmanca hareketlere ve lâyık olmadıkları hakaretlere mâruz kalabilirler. Bunlar, bazen kişinin malına, bazen âilesine ve sevdiklerine, bazen de canına kast şeklinde olabilir. Mühim olan, böyle nâhoş bir muâmele ile karşılaşıldığında göze göz, dişe diş intikam peşinde koşmak değil; yukarıdaki misalde geçtiği üzere, bu menfî hâdiseyi, kendimiz ve muhâtabımız için hayra çevirebilmektir. Daha kısa bir ifadeyle, bizi öldürmeye geleni, ahlâkî olgunluğumuzla kendimizde diriltebilmektir. Bize diken batırana, gül kokusu ikrâm edebilmektir.

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın gönül hassâsiyetini sergileyen şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Bu esnâda adam, iğrenç bir davranışa meylederek ansızın Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.

O esnâda o kâfirin kafasını bir hamlede uçuruvermek, Hazret-i Ali için işten bile değildi. Fakat o, sırf Allâh için olan gazâ niyetine, nefsini ortak etmekten endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yavaşça yere indirip kınına soktu. Düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Perişan vaziyette ölümünü bekleyen adam, bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali’nin, öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek daha büyük bir hiddet ve öfkeyle kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, ölmeyi-öldürmeyi unutup hayret ve merakla sordu:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken, bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin...”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- dedi ki:

“–Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu kılıcı, ancak Allah yolunda kullanırım. Allah düşmanlarının başını, yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben, o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan, âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gurûrumu tatmin için değil, Allah için gazâ ederim.”

Neticede o düşmanın gönlü, öldürmeye geldiği insanın ulvî ahlâkı karşısında âdeta yeniden hayat buldu. Hazret-i Ali’nin nefsine mukâvemetinden ve ihlâsından hisse alarak îmân ile şereflendi.

Nitekim bu üslûb ile ilgili olarak âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“İyi­likle kö­tü­lük bir olmaz. Sen kö­tü­lü­ğü en gü­zel bir tarz­da ön­le­me­ye ça­lış. O za­man (gö­re­cek­sin ki), se­nin­le ara­sın­da düş­man­lık bu­lu­nan kim­se, san­ki can­dan ve sı­cak bir dost olu­ver­miş­tir.” (el-Fus­si­let, 34)

(Ey Ra­sû­lüm! İn­san­la­rı) Rab­bi­nin yo­lu­na hik­met ve gü­zel öğüt­le ça­ğır ve (lü­zû­mu hâ­lin­de) on­lar­la en gü­zel bir üs­lûp­la mü­câ­de­le et...” (en-Nahl, 125)

Bu âyet-i kerîmeler, insanlarla münâsebetlerimiz hakkında en güzel düsturları ortaya koymaktadır. Bu esaslara riâyet edildiği takdirde, yanlış içinde olanlar, er veya geç hatalarının farkına varacak ve kalpleri mühürlenmemiş ise, doğruyu kabul edeceklerdir. Tıpkı kardeşlerinin yıllar sonra Yûsuf -aleyhisselâm-’ın değerini takdîr etmeleri gibi…

Yû­suf -aley­his­se­lâm-’ın Mı­sır azî­zi ol­duk­tan son­ra, vak­tiy­le ken­di­si­ni öl­dür­me­ye kaste­dip ku­yu­ya atan kar­deş­le­ri­nin yar­dım ta­lep­le­ri­ni red­det­me­me­si ve ken­di­si­ni giz­le­ye­rek on­la­ra ik­ram ve ih­san­lar­da bu­lun­ma­sı da kal­bî ter­bi­ye­de kâ­bı­na va­rı­la­maz bir in­ce­lik­tir. Hâlbuki o an, elin­de­ki güç ve sal­ta­nat ile kar­deş­le­rin­den pe­kâ­lâ in­ti­kam ala­bi­lir­di. Fa­kat o hak peygamber, ku­sur­la­rı ba­şa kak­mak sû­re­tiy­le gö­nül yık­ma­nın de­ğil, kö­tü­lü­ğe bi­le iyi­lik­le mukâ­be­le ede­bil­me­nin, ayıp ve ha­tâ­la­rı set­ret­me­nin, şah­sı­na ya­pı­lan zulümleri, Hakk’ın rı­zâ­sı uğ­ru­na unu­tu­ver­me­nin eş­siz fa­zî­le­ti­ne nâ­il ol­muş bir hi­dâ­yet meş’alesiydi. Ce­nâb-ı Hak, Yûsuf -aley­his­se­lâm-’ın kar­deş­le­ri­ne olan bu güzel davranışını âyet-i kerîmede şöy­le be­yân eder:

(Yu­suf) de­di ki: «–Bu­gün si­zi kı­na­mak yok. (Ben sizleri bağışladım.) Al­lah (da) sizi af­fet­sin! O, mer­ha­met­li­le­rin en mer­ha­met­li­si­dir.»” (Yû­suf, 92)

Bu asîl ve âli­ce­nap ta­vır­lar kar­şı­sın­da kar­deş­le­ri de ne­dâ­met gös­te­rip tev­be­kâr ol­du­lar. Yû­suf -aley­his­se­lâm-’ın zirve fazîletini kabul ve hak­kâ­ni­ye­ti­ni tas­dîk et­ti­ler. Şâir Ziyâ Paşa ne güzel söyler:

Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ:

تَاللهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللهُ عَلَيْنَا : (Tallâhi lekad âserakellâhu aleynâ)[1]

Yâ Rabbi! Bizi, Peygamberlerinin ve sâlih dostlarının güzel ahlâkıyla ahlâklandır! Sen’in yüce dînini güzelce temsil edebilme husûsunda bizlere îman heyecanı, gayreti ve azmi ver! Bizi, râzı olduğun kullarının arasına kat ve bizi sâlihlerle beraber haşret!..

Âmîn!

 

[1] Şiirin ikinci mısraı; “Vallâhi, Allah seni bizden üstün kıldı.” meâlindeki Yûsuf Sûresi’nin 91. âyet-i kerîmesidir ve kardeşlerinin Yûsuf -aleyhisselâm-’ı yıllar sonra görüp tanımaları üzerine söyledikleri sözdür.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle