Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Mekke-i Mükerreme’de harçlıksız kalmıştı. Basra’dan para bekliyordu, ama gelmemişti. Saçı-sakalı çok uzamıştı. Bir berbere girdi:
“-Peşin peşin söyleyeyim, param yok!.. Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?” dedi.
Berber, o anda mevki sahibi birini tıraş etmekteydi. Onu bırakıp, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ni tıraş etmeye başladı. Adam itiraz etti. Berber:
“-Kusura bakmayınız efendim.” dedi. “Sizi, ücreti mukabilinde tıraş ediyorum. Ama bu genç, Allah rızası için istedi.”
Berber, bununla yetinmedi; tıraşı tamamlandıktan sonra Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine bir de harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin beklediği para geldi ve berbere bir kese altın götürdü. Berber, ona:
“-Aslâ alamam.” dedi, “İnan, Allâh’ın rızası, daha değerli…”
* * *
İbadet, yani kulluk, bizi yaratan Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olacağı hayır cinsinden her ameli, sadece Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, O’nun rızâsını kazanmak gâyesi ile yapmaktır. O sebeptendir ki; bir “Allah râzı olsun!” sözü için canı fedâ eylemek; bir “Allah aşkına!” sözü için akan suların durması, yapılan amelin kimin için yapıldığına işarettir.
Bilinir ki; âşık olmayanın kulluğu nâkıstır. Âşık olan, sevdiğinden ev-araba istemez, sadece onun yüzünü görmek, sevdiğinin yakınında bulunmak ona yeter. Gözleri, sevdiğinden başkasını görmez ve kulağı, sevdiğinin ağzından çıkacak bir kelimeye kenetlenir. Onun isteğini yerine getirmek, kendi arzusunu işlemekten daha evlâ gelir. Muhabbet ile kişi, sevdiğinin kulu-kölesi olur. Ruhsuz, şuursuz, baştan savma niyetiyle yapılan bütün ibâdetler, muhabbetten mahrum her ibadet sahibine sadece yorgunluk yükler, külfet gibi gelir.
Muhabbetle pişirilen yemek, nasıl ev halkına şifâ verirse, muhabbetle yapılan ibadet de hem o ibadetin sahibinin dünya-âhiret sıkıntılarını giderir, hem de dünyada kalbinden huzur ve sükûneti eksik etmez. Çünkü kişi, sevdiği ile huzur bulur. Sevdiği ile otururken yanında gayrisinin olmasını aslâ istemez. Onunla baş başa olmayı sever. Eğer işi var da bir yere kadar gitmişse, hasret içinde kalır ve sevdiğine kavuşmak için can atar. İbadet eden kul da dünya işleri ile meşgulken aklı-fikri Rabbi ile baş başa kalıp tefekkür etmek, O’nunla hemhal olup kendinden geçmektedir. Sevdiği ile baş başa kalacak fırsatı bulamamışsa, bu kez O’nun ismini ağzından düşürmeden zikredip durur. Kişi, sevdiğine hizmet eder. Eğer kalbimizde hiç sevgisi yoksa, zerrece evladımıza bakar, onlar için uykusuz kalır mıyız?
Abdülmelik Beytî, Hazret-i Amr bin Kays’ı rüyasında görerek:
“-Âhirette ne muâmele gördün?” diye sorar.
“-İyilik ve mağfiret buldum.” cevabını alınca, sebebini öğrenmek ister:
“-Hangi amelle bu nimete eriştin?”
Hazret-i Amr bin Kays cevap verir:
“-Hangi amel olursa olsun riyâdan sâlim olur ve o amelle Cenâb-ı Hakk’ın cemâli ve rızâ-i ilâhîsi murad olunursa, o amel efdaldir. “
Alvarlı Efe Hazretleri’nin söylediği gibi:
“Sen Mevlâ’yı sevende, Mevlâ seni sevmez mi?
Rızâsına erende, rızâsını vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar fedâ eylesen
Emrince hizmet kılsan, Allah ecrin vermez mi?
Varlığın mahveylesen, terk-i vücud eylesen
Bu sahra-yı âdemde, Yâr yanına varmaz mı?
Şer’-i şerîf yolunda, Peygamberin hâlinde
Allah desen dilinde, bin kez hâlin sormaz mı?”
Ashâb-ı güzîn bir yerde toplanmış, kendi hallerinden bahsediyorlardı. Ashab-ı kiramdan birisi, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a hitâben:
“-Ya Ebûbekir, Allah Teâlâ’nın izzet ve azameti için bize haber ver, bu mertebeye nasıl eriştin?” diye sordu.
Hazret-i Ebubekir, Cenâb-ı Hak üzerine rica edilerek sorulduğu için cevap verdi:
“-Dinimi, dünyama tercih ettim. Her işimde Allah Teâlâ’nın rızasını gözettim. Allâhu Zül-celâl’in haklarını, kendi haklarımdan üstün tuttum.”
Sohbet, muhabbetle coşmaktaydı; bu kez Sahabe-i güzîn Efendimiz, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’e aynı dille ricâ ederek sordular. Bu kez Hazret-i Ömer cevapladı:
“-Allâhu Zül-celâl’in, iki cihanda «mu’îz» (dilediğini aziz kılan) ve «muzill» (dilediğini zelil kılan) olduğuna hakkıyla îmân ettim. Zira, iki cihanda kulunu azîz veya zelîl eden, ancak Allah Teâlâ’dır.”
Sıra Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’a geldi. O ise:
“-Kitâbullâh’ı sağ tarafıma ve sünnet-i Rasûl’ü sol tarafıma aldım. Allah Teâlâ’nın gizli veya âşikâr her işime vâkıf bulunduğunu bildim ve böylece amel eyledim.” buyurdu.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Efendimiz de, bu suali şöyle cevaplandırdı:
“-Otuz yıl Allah Teâlâ’nın rızası için nefsimle ve düşman ile cihad ettim. Allah korkusu zırhını giydim. Allah rızası kalkanını elime aldım, ibâdet ve tâat oku ile gönül kapısında oturdum ve Allah rızasından ve muhabbetullah’tan gayrı gönlüme hiçbir şey sokmayarak bu makama eriştim.” buyurduar.
* * *
Şeyh Ahmed-i Gazâlî, kardeşi İmam-ı Gazâlî ile sohbet ederlerken:
“-Senin bütün ilmini ve te’lif ettiğin kitaplarını iki kelime ile topladım der. O iki kelime, senin ilminin tamamına ve bütün eserlerine muâdildir: “Et-Ta’zîmu bi-emrillâh ve’ş-şefkatu alâ halkıllah.” Yani, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini büyük bir saygı ve muhabbet ile yerine getirmek ve Cenâb-ı Hak’kın yaratmış olduğu kullarına şefkat beslemek…
* * *
Allah Teâlâ’nın rızâsı gözetilmeden, Allah Teâlâ’nın hakları kendi haklarımızdan üstün tutulmadan; din, dünyaya tercih edilmeden, Allah Teâlâ’nın yüceliğine; kulu azîz edenin de, zelîl edenin de Cenâb-ı Hak olduğuna îmân edilmeden, Kur’ân’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp, yaptığımız her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın gördüğüne ve bildiğine îmân edilmeden ibadetlerimiz kemal mertebeye ulaşamıyor. Gönle, “muhabbetullah”tan gayri sokulmadan nefisle mücadele ederek, benliği bırakıp Hak’ta sebat ederek, tâat ve ibadetle iki cihan saadetine kavuşulur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Sahabe-i Kirâm efendilerimiz ile otururlarken:
“-Şimdi buraya ehli cennet birisi gelecek!” buyurdular.
Biraz sonra, bulundukları yere ensardan bir zât geldi. Selâm verip bir kenara oturdu. Ertesi günü, Aleyhissalatü vesselam Efendimiz, yine aynı sözleri tekrarladılar. Aynı zât, yine meclise geldi. Bu hâl, üçüncü gün de aynen böyle tekrar etti.
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, bu mübârek sahabînin hangi amelle bu makama eriştiğini merak etti ve cennetlik bu sahabeyi takip edip hangi amelle bu mertebeyi kazandığını öğrenmeye karar verdi. Bir misafir olarak kapısını çaldı. Efendimiz’in cennetle müjdelediği bu zât, kendisini evine konuk edip izzet ü ikramda bulunur. Hazret-i Abdullah ibn-i Ömer, bu zâtın evinde üç gün misafir kalır. Bu müddet zarfında, hâne sahibinin vakit namazlarını kıldığını, gece namazına kalkmadığını, her uyanışında:
“-Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasülullah!..” dediğini tesbit etti.
O zât-ı muhterem, gündüzleri oruç tutmayıp diğer sahabe efendilerimizden farklı ve fazla bir ibadet de yapmamaktaydı. Yalnız, konuşmaları hep hayra dâirdi; ya hak konuşur ya da susar.
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, kendi kendisine şüpheye düşüp; “Cennet ehli olacak derecede hiçbir ibadeti yok!..” diye aklından geçirdi. Misafirliği tamam olup da vedalaşacakları zaman Hazret-i Ömer’in oğlu olduğunu açıkladı ve gerçek niyetini beyan etti. Peygamber Efendimizin kendisi ile ilgili söylediği sözü söyleyip, bu dereceye nasıl ulaştığını kendisine bildirmesini istedi. Onun bu samimiyeti üzerine, o Medîneli zât, şöyle dedi:
“-Gördüğün gibi, benim fazla bir amelim ve ibadetim yoktur. Farz olan beş vakit namazı kılar, senede bir ay oruç tutarım. Bütün amelim, ancak gördüğün kadardır. Ama gönlüm, Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti ile doludur. Muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah ile dolu olan kalbim, her an sefâdadır. Hiç kimseye sû-i zan etmem. Hiç bir kimsenin nimetine, devletine haset de etmem.”
Abdullah ibni Ömer:
“-Mesele, şimdi anlaşıldı.” buyurdular.
* * *
İbadetin çokluğu ya da azlığı değildir, önemli olan… Önemli olan devamlılığı, ibadetin kim için yapıldığı ve çirkin olan ahlaktan temizlenip selîm bir kalp ile yapılığ yapılmadığıdır.
Haset ehli, kibir, ucub, gösteriş meraklısı bir kişinin çok ibadet etmesinde bir hayır yoktur. Zira Allah Teâlâ, ibadetlerimizi değerlendirirken “bakkal hesabı” yapmaz. On rekât namaza karşılık, bir köşk denmez. Öyle olur ki, binlerce ibadetimiz, sırf kimin huzurunda bulunduğumuzun gafleti içindeysek yok mesabesinde görülür. Tıpkı âyet-i kerime de:
“Feveylün lil Musallîn- Yazıklar olsun, o namaz kılanlara!..” buyrulduğu gibi…
İbadet, “Aman bitirivereyim de üstümden ağırlığı kalksın!..” düşüncesi ile yapılmaz. Yapılsa da o ibadetin üzerimizde hâsıl olmasını beklediğimiz semeresi, bereketi, neticesi görülmez!.. “Namaz, kulu kötülüklerden alıkoyacaktır!” müjdesi varken, bu durum bir türlü hâsıl olmaz. Bazen sırf Allah rızası için bir kişinin ihtiyacını karşılamak, karşımızdaki kişinin bütün gönlüyle yaptığı:
“-Allah râzı olsun.” duâsı neticesinde binlerce sevap yaratılıverir. Niyetimiz, samimiyetimiz, muhabbetimize göre kulluğumuz değerlendirilir.
“Dertli olanın derdine derman ne güzeldir.
Mü’min olanın afvine ferman ne güzeldir.” buyurmuş, Alvarlı Efe Hazretleri…
* * *
“Garibanlara hizmet, güzel bir şekilde zikretmeye vesile olur. Ey sevgili! Yoksa kazancı çok olan böyle bir davranış, sizin şehriniz de yok mudur?” der, Hâfız-ı Şirâzî…
Güzel ahlâktan mahrum bir ibadet eksiktir. İlim ve ihlâstan mahrum bir ibâdet, kâmil değildir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, kulluğun kemâlâtı için, “ilim, amel ve ihlâs”ın şart olduğunu bildirir. Bilgisizce yapılan amel, kusurlarla doludur; kaş yapayım derken göz çıkarır. İyi bir iş yaptığını zannederken faydasız, gereksiz hareketlerle boşu boşuna yorulur. Hele ihlâs, samimiyet yok ise; ilim bulunsa dahî kulun ibadeti, riyâ ve gösterişten öteye gidemez. O zaman da “kime göstermek için” kulluk yapmış ise, mükâfâtını da onun vermesi beklenir.
İsrailoğulları zamanında bir zât, Allah Teâlâ’ya üç yüz sene ibâdette bulunur. Cenâb-ı Hak da rızık derdi olmadan, kendisine kulluk etsin diye o âbidin bulunduğu yere, gıdalanması için bir hurma ağacı ihsân eder. Âbid, duâlarında hep kalbine Cenâb-ı Hakkın ilhâmını indirmesini, kalp gözünün açılmasını ister. Fakat bu duâsına bir türlü hiç cevap verilmez. Kalbine ilhâm-ı Rabbânî gelmez. Hurma ağacı ise, bu âbide yetecek kadar hurma vermektedir. Hurma ağacını meyve vermekte hiç şaşmaması ve âbidi kendisinden mahrum etmemesi, âbidin kalbinde bu ağaca karşı bir güven oluşturur. Dünya ihtiyaçları için hurma ağacına sımsıkı dayanır. Rızkı bulup güvenen âbid, rızık hususunda ağaca değil, rızkı veren Rezzâk’a dayanması gerektiğini unutur. Bu gafleti, bu ihmali, kalp gözünün açılmasına mani olmaktadır da farkında değildir. Kendisini dünyalık hususunda emniyette kabul eder. Kalbindeki bu bozukluk, gece-gündüz ibadetlerinin karşılığını almasına mani olur
Malına, evlâdına, itibarına, makamına güvenen kalbin ettiği ibâdet, nâkıs bir ibâdettir.
“Nâdânlar eder, sohbet-i nâdânla telezzüz;
Cîvânelerin hemdemi, divâne gerektir.” dediği gibi şâirin, sâlihlerle bir arada oturulmaz da câhil, gönlü Allah’tan gayri kimseler ile meşgul olanla oturulur kalkılırsa, bu durum, hem muhabbetullâha engeldir; hem de “Kişinin hâli, kal” ettiği (konuştuğu) kişi nisbetince değişir.” denildiğinden, kalbi bozulmaya yüz tutar.
* * *
Kulluk, öyle bir hâldir ki; gayriyi aradan çıkarmak, Rabbin râzı oldukları ile sohbet edip, hemdem olmak gerektirir. Aksi hâli gönlümüz kaldıramaz, rûhumuza sıkıntı verir.
Kulluk etmeye biz muhtâcız!.. Yaratan Rabbimiz, bizi bu fıtrat üzere yaratmış. Kulluk etmediğimiz, ibadetlerimizi aksattığımız zaman hemen ruh sıkıntısı, gönül darlığı ortaya çıkıverir. Zira böylesi bir boşluk ve gayretsizlik, rûha ağır gelir. Ruh, kendisinde bir parçası bulunan Rabbi ile bir arada olmazsa huzur bulamaz. O, Hakk’a âşıktır. Âşık olduğundan uzaklaştırılırsa, bedene huzur vermez; sıkar, daraltır, zevk aldırmaz. Ne para, ne pul, ne eğlence, ne oğul, ne kadın, ne makam; ona Rabbinin huzurunda bulunma ânındaki neşeyi veremez. Verdiğini zannetse de o kadar kısa süreli ve geçicidir ki, bu haz, rüzgâr misâli uçar gider, peşinde de sebebini bilmediği bir huzursuzluk, mutsuzluk bırakıp gider.
Şu da muhakkaktır ki; ibadetlerimize güvenmemiz, ahmaklığımıza işaret eder. Her ne kadar biz, ibadet etmeye muhtaçsak, dünya ve âhiret saadeti için kulluk etmeye, kul olmaya muhtaçsak da; bizi rızâ-i ilâhî’ye Allâh’ın lutfu ve ihsânı dâhil eder. Kıymetimiz, muhabbetimiz ölçüsündedir.
Sadece Rabbine güvenen, ibadetlerinden zevk alır. Sadece Rabbine güvenen, duâ eder, secdeye kapanır. Sadece Rabbinin rızasını isteyen, Rabbi ile arasındaki bütün bağları, en keskin kılıç ile koparır. Sadece Rabbinin yakınlığını isteyen, kendisini Rabbine yaklaştıracak amelleri arar, bulur, zevk eder.
Sadece Rabbini isteyen kul, Allah rızası için, Allah aşkına dendi mi, kendini kaybeder. Sadece Rabbini isteyen kul, hata etse de, kusur etse de Rabbine kaçar. “Senden başka gidecek yerim yok, Yâ Rabbi! Sen bu kulun kusurları ile kabul buyur!..” der. Mükemmel olmaya çalışmaz, kul olmaya çalışır. Kula kusur yakışır. Kusursuz olan sadece Cenâb-ı Hak’tır.
Seni bildim, seni sevdim Yâ Rabbi
Kul olmak arzum oldu, derdim oldu
Sen benden râzı olmazsan Yâ Rabbi
Bu kulun harab oldu, berbâd oldu.
Kimselere güvenmem senden başka
Boyun eğmem kullara, ağyârına
Sen beni sevmez isen, Yâ Rabbi,
Bu kulun harâb oldu berbâd oldu.
YORUMLAR