Sen Her Şeyden Âcilsin!

Erteleyemem seni, nefes almak gibisin!

Ayrılığında rûhum cansız kalır, bilirsin.

 

Çok şükür, bugün de en mühim meselem, Sensin. Zaten bu sebeple, herkesten ve her şeyden âcilsin. Hattâ namazdan, oruçtan, zekâttan, sohbet dinlemekten, yemek pişirmekten… Çünkü bütün bunların olabilmesi için gereken de Senin ikrâmın, rızân ve hoşnutluğun…

Zamanın, hislerin, ışığın, gölgenin, kumaşın, iğnenin, çayın, biberin… Kim, neyi anlatacak ve sayacak olursa olsun, hepsinin hâlıkı Sensin. Üstelik sayılar, sayma kuvveti, her türlü görme ve duyma da Senin… Kahveyi yaratan, sonra onu, tadını alarak ve kokusunu duyarak içebilme kuvvetiyle birlikte hediye edensin.

Her şeyden âcilsin! Çünkü Seni unutmak, varlık sebebini unutmaktır. Seni unutmak, gözlerin ve görüşlerin körlenme, kulakların ve duyuşların ârızalanma, dilin ve konuşmaların bozulma sebebidir.

Sen herkesten âcilsin! Çünkü Seni unutmak, ekmeğin kokusuna dalıp fırıncıyı, resmin âhengine dalıp ressamı unutmak gibidir. Seni unutmak, doktora dalıp şifâyı, cümleye bakıp yazarı, suya kanıp kaynağı unutmak gibi… Sen, her şeyin başlangıç yeri ve sebebi…

Mâdem ki Sana îmân etmişlerdenim, benim için takdir ettiğin her şeyi de sevmeliyim. Çünkü Sen, kendisinden râzı olunması gerekensin. Teoride bunu söylemek şükür, bize kolay; lâkin bu sözün iç huzurunu yaşamak, illâ ki başka bir şeydir… Sana olan inancımın beni, en dar zamanda bile huzurla doldurması gerekir. Çünkü bizi bizden iyi bilen ve bizi bizden iyi tanıyan Sen, hakkımızda en güzelini takdir edersin.

İçim bir mevzuda sıkılıyorsa, hikmeti yeterince tefekkür edemeyişimden ve Sana yeterince hüsn-i zan edemeyişimdendir. Dille söylemek yetmez ki!. Kâlimin mânâsını, kalpten ve hâllenerek hissetmem gerekir.

En büyük problem, lüzumlu-lüzumsuz herkesle konuşup da Seninle bir türlü doğru düzgün irtibata geçememektir. Namazda, oruçta, hizmette, yemekte, hastalıkta, çarşıda, hep ayrı düşüvermek Senden; nasıl da ciddî bir problemdir! Oysa Sen bize, şah damarımızdan da yakınsın ve bu, yaşadığımız ülkeye, bitirdiğimiz okula, oturduğumuz eve bağlı olmayan, her şeyden bağımsız ve ancak Sana ihlâsla gönül vermek sûretiyle hissedebileceğimiz, eşsiz bir güzelliktir. Oysa insan çoğu zaman, olanları sebeplere hapsettiği için bunalır ve aslında sebeplere îtirâz ederken, Sana isyan etmekte olduğunu fark etmez de daralır.

Hayâl ettim: Bir adam... Meydanda bir tahta tabureye oturmuş. Gözlerini kapatmış, huzurla ve sükûnetle, öylece bekliyor. Onun tam karşısında eli silahlı, öfkeli biri... Ayakta duruyor. Az sonra, öfkeli adam, sâkin adama ateş edecek. Civarda bir başkası daha var; fakat yapabileceği hiçbir şey bulunmuyor.

İşte Sen, yapabileceğim hiçbir şey olmadığında, yani mesele beni aştığında, hemen yardım istediğim ve sığındığım biricik mercîsin. Böyle durumlarda şunu derim:

“-Rabbim! Sen istediğin için bu mesele beni aştı. Sen istediğin için şu anda elim kolum bağlı. Sen istedin diye o silah ateşlenir. Ve şüphesiz ki ancak ve ancak Sen istersen, mermi isabet eder. Sen istersen adam ölür. Ve Sen istedin diye öldüğü için, bana sadece, iç huzuruyla, râzı olmak düşer; lâkin Sen istemezsen, o öfkeli adam silahı ateşlemiş olsa da hedefi tutturamaz. Senin koruduğuna, hiç kimseden zarar dokunamaz. Silahtan çıkan merminin yolunu çizecek olan, ancak Sensin. Sen istersen, o huzurlu adam yaşamaya devam eder ve öfkeli adam da aczini görüp deliye döner. Hattâ Sen istersen, o huzurlu adamın teslîmiyeti hürmetine, belki de o öfkeli adam îman eder. Çünkü Senin her şeye gücün yeter.”

Ve işte aslında bütün mesele, tabureye oturmuş o adam gibi, karşımda öfkeli ve eli silahlı biri olsa bile, Senin emrinle sebeplere tevessül ettikten sonra, yine Sana teslim olmanın verdiği rızâ ve huzur hâlinde kalabilmemdir. Aslında mesele, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın hâlinden bir nebzecik nasiplenebilmemdir. Çünkü zâtıma isâbet edebilecek en küçük bir zarar ve fayda, Senin takdîrinledir. Dilemesen yaprak kımıldamaz. Bunu bildiğim hâlde, en ufak sıkıntıyı bile büyütüp dağ edersem de Sana olan îmânımın neden bu kadar zayıf düştüğünü anlamaya çalışmam gerekir.

Şu kesin: Seni hissetmeli, yarattığın hikmetleri fark etmeliyim. Üşümeyi, ısınmayı, yanmayı… Savaşmayı, kaybetmeyi, kazanmayı… Elinden geleni en iyi şekilde yaptıktan sonra, takdir ettiğin neticenin güzelliğine tevekkülle inanmayı öğrenmeliyim.

Sen Rabbim! Benim canım! Benim şefkatlim! Diğer yandan benim, celâli de kimselere benzemeyenim! Sen merhamet eden, sabreden, lûtfeden ve mühlet verenim! Rahmetine güvenip gevşeklik yapmamam ve Seni her şeyden fazla ciddiye almam çok önemlidir. Çünkü celâl tokadının indiği yer, darmaduman olur da bir daha toparlanamaz, bilirim.

İç huzursuzlukların neredeyse tamamı da Seni ciddiye alarak yaşamamaktandır. Emir ve yasaklarına riâyet etmeyenlerin kalbi daha çok sıkılır. Seninle edep ve sevgi dolu bir muhabbet kuramayanların rûhu daha çok daralır. İbadetten zevk alamayanların, yaşadıklarından râzı olamayanların hâli de böyle. Çünkü bütün varlığımız, aslında Seni aramaktadır. Sözden öze, dilden kalbe yürümek şarttır. Îmânın taklitten tahkîke geçmesi ve kalbin hissederek inanması şarttır.

Sen istedin diye bugün evde patates var. Ve ben, Sen istedin diye, var olan şu patatesi, sevinçle pişireceğim. Elim, kolum, ocağım, bıçağım, tencerem, tabağım, Sen istedin diye var.

Sen istedin diye, biri bana üzüleceğim sözler sarf etti, yoksa onun beni üzmeye gücü yetmezdi ki... Acep bu üzüntüyle öğrenmem gereken ne var ki? Acep bu üzüntüyle hangi günahım silindi ki? Acep bu üzüntü beni Sana ne kadar daha yakın eyledi ki?

Dilim, “Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ” dediğinde, kalbim de bunun mânâsını hâlime telkin etti. İşte onun ardından, iç huzuru çıkageldi.

Verdiğinden de vermediğinden de râzıyım Rabbim! İkrâm edişin de, esirgeyişin de ne güzel… Beni, her durumda Sana yaklaştıran tefekkürün ne güzel. Engel tanımayan, kâfire, şeytana ve nefse rağmen Seninle olmayı başaran kalpler, ne kıymetli!..

Bu seher, açıp pencereyi dedim ki: Sen istediğin için bu şehirdeyim. Sen istediğin için rızkım da burada. Sen istediğin için açtı kasımpatım. Sen istediğin için çiçeklendi sardunyam. Sen istedin diye köklendi çilli begonyam. Sen istedin diye kurumadı ağacım. Sen istedin diye meyve verdi, domates fidem. Sen istedin diye ben bu evdeyim. Sen istedin diye, şu pencereden baktım. Ve Sen beni andın diye, ben Seni andım. Sen istemeseydin, bu yazıya da başlayamazdım. Ve Sen istedin diye artık onun da sonuna ulaştım.

Sensiz tek bir ân ve Sensiz tek bir varlık yok diye, dedim ya işte, erteleyemem Seni, nefes almak gibisin! Ayrılığında rûhum, cansız kalır, bilirsin…

Neslihan Nur TÜRK

 

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle