Semerkand'dan İstanbul'a

Çağları aşarak günümüze kadar gelen, dünyadaki sayılı güzellikler arasında yer alan, Asya’yı Avrupa’ya, gönülleri birbirine bağlayan, her köşesi tarih ve mâneviyat kokan, her gönülde ayrı hâtıralar, her gönülde farklı güzellikler bırakan, nâdide bir şehirdir: İstanbul…

Şâir Nedîm, İstanbul’un güzelliğini ve kıymetini ne güzel dile getirmiş:

“Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü bahâdır,

Bir sengine yekpâre acem mülkü fedâdır.

Altında mı, üstünde midir cennet-i a’lâ,

El-hak bu ne hâlet, bu ne hoş âb u havâdır…

Bu güzîde şehrin fethinin yıldönümünün coşkusunu en derinlerimizde hissederken, ecdâdımızı ve onları irşâd eden kibâr-ı ehlullâh’ı hasretle, rahmetle, Fâtihalar ve Yâsînlerle yâd ediyoruz…

İnsanlık açısından çok önemli bir yere sahip olan bu güzel şehrin fethi, elbette İslâm Âlemi açısından da büyük önem taşımaktadır… Nitekim Peygamber Efendimizin gül dudaklarından dökülen şu hadîs-i şerîf, bu kutlu fethin önemini ortaya koymaktadır:

“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/225)

Nebevî müjdeye nâil olabilmek için sahâbe-i kirâm efendilerimiz başta olmak üzere asr-ı saâdetten günümüze kadar birçok defa İstanbul’un fethi için harekete geçilmiş, fakat fetih bir türlü gerçekleşememiştir. Tâ ki 1453 yılına kadar…

 “Gâyemiz, kuru bir cihangirlik değil, i‘lâ-yı kelimetullâh’tır!” diyen Osman Gâzi’nin de söylediği gibi “îlâ-yı kelimetullâh” (Allâh’ın dînini yüceltme) derdiyle kurulan, Peygamber Efendimize olan muhabbetini her daim gösteren, cihan devleti Osmanlı’nın;

Otuz yıllık saltanatı müddetinde iki imparatorluk, dört krallık ve on bir prenslik ortadan kaldıran ve babasından 880.000 km2 olarak devraldığı vatan topraklarını, 2.214.000 km2’ye çıkaran, cennet-mekân Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin fethe nasıl hazırlandığını hatırlayalım. Hatırlayalım ki, içinde nefes aldığımız bu güzel şehrin ve Osmanlı’nın kıymetini bilelim:

“Hocası Molla Gürânî, vakit gece yarısı olduğu hâlde, Şehzâde Mehmed’in odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

 “–Şehzâdem niye uyumadın?” dedi. O da:

 “–Hocam, mütâlaa ediyordum...” karşılığını verdi.

Hocası sordu:

 “–Hangi dersi mütâlaa ediyordun?”

Fâtih cevap vermeyip sustu. Hocası çalıştığı dersi merak edip onun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O, fethin nasıl gerçekleşebileceğini plânlıyordu. Hocası:

“–Bunlar nedir evlâdım?” deyince Fâtih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı. Hocasına:

“–Hocam! Sır olarak kalması şartıyla, nicedir uykusuz kalıp da yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi.

Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce devam etti:

 “–Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, tâ sahâbe-i kirâmdan beri defalarca muhâsara edilen ve mübârek ashâbın kanları ile sulanmış bulunan şu Kostantiniyye şehri niçin fethedilemiyor?.. O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar plânlar yapıyorum...” (Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, sh: 104-105)

Fâtih Sultan Mehmed Han, gecesini gündüzüne katarak hazırlandığı fetihte, Akşemseddîn Hazretleri başta olmak üzere birçok Allah dostunun da mânevî yardımlarını almıştır.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nden fetih esnasındaki yardım talebi ve Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, akıldan ziyâde kalbe hitap eden Semerkand’dan İstanbul surlarına uzanan yolculuğu da bunun apaçık bir göstergesidir. Şöyle ki:

Bu feth-i mübîne, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin de iştirâk etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

 “Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkand’dan dışarı çıktı. Talebelerine: «-Siz burada oturunuz!..» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile mâruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:

“-Türk sultânı Mehmed Han, bizden yardım istedi. Biz de ona yardım etmeye gittik. Allah Teâlâ’nın izni ile zafer kazanıldı.” buyurdular.

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirâk eden pîr Ubeydullah Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezîd, babam Ubeydullah Ahrâr’ın şekil ve şemâilini şu şekilde târif etti:

“–Babam Fatih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“–Küffâr askeri çok fazla!” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“–İçine bak!” dedi.

Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım. Hazret:

“–Bu ordu sana yardıma geldi.” dedi ve devam etti:

“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücum emrini ver!”

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücuma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti…»” (Osman Nûri Topbaş, a.g.e., sh: 110-111)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle