Aksaray’dan Millet Caddesi’ni takip ederek Haseki’ye doğru giderken sağ tarafta kare plânlı, tek kubbeli bir câmi görürüz. Bu câmi-i şerîf, “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz” beytini hatırlatan tarihî bir serencâma sahiptir.
Bu câmiye ismini veren Selçuk Sultan, Osmanlı hânedânı içersinde hayır eserleriyle tanınmış bir hanımdır. Çelebi Sultan Mehmed’in Kumru Hatun’dan doğma kızı olup 1407 senesinde dünyaya gelmiş, 18 yaşındayken Candaroğlu İbrahim Bey’le nikâhlanmıştır. 1443 senesinde yani 36 yaşındayken, eşinin vefat etmesi sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin eski başkenti Bursa’ya geri dönmüştür. Selçuk Sultan, 1450 senesinde Osmanlı’nın ilk başşehri Bursa’da, ardından da 1451 senesinde ikinci başşehir Edirne’de birer mescid inşa ettirmiştir. Ayrıca bu hânedan mensûbu hanımefendinin Bursa’da Nilüfer Çayı üzerinde yaptırmış olduğu bir de köprü bulunmaktadır.
İstanbul’un Bilinen İlk Hanım Vakfı
Selçuk Sultan, Osmanlı’nın iki başşehrine yaptırmış olduğu mescidlere ilâveten yeğeni Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethedilmesiyle Aksaray’ın Taşkasap mevkiine de vakıf yoluyla bir mescid inşa ettirmiştir. İlk inşa tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Hadîkatü’l-Cevâmi’de: “Ebû’l-feth Sultan Mehmed Han hazretlerinin zemân-ı saltanatlarında bulunanlardandır.”[1] kaydından anlaşılacağı üzere, İstanbul’un fetih tarihi olan 1453 ile Fâtih’in vefat tarihi olan 1481 seneleri arasında bir vakitte yapılmış olmalıdır.
Selçuk Sultan Mescidi, İstanbul yangınlarından birisi esnasında tamamen yanmış ve yine Hadîka müellifinin kaydına göre, Dârüssaâde Ağası Abbas Ağa tarafından, vakfın ihyâsı gayesiyle yeniden inşâ edilip birçok vakıf gibi Ayasofya vakfına ilhak edilmiştir. Abbas Ağa, ayrıca, önceden sadece vakit namazlarının kılındığı bir mescidden ibaret olan bu ibadethâneye minber koydurmuş ve böylece bu mâbed cuma namazlarının da kılınabildiği bir câmi hüviyeti kazanmıştır. Abbas Ağa’nın vazife tarihi, 1668-1671 olduğuna göre[2] bu câmiin yeniden inşası da bu tarihler arasına rast gelse gerektir.
Tekrar inşasının ardından, ikinci bânisi Abbas Ağa’nın ismiyle de anılan bu câmi, cumhuriyet devrine kadar hizmet vermiş bulunmaktadır. Ancak 1956 senesine gelindiğinde İstanbul’u tarih boyunca mâruz kaldığı deprem ve yangınlardan çok daha vahim bir yıkım beklemektedir: İstimlâkler. Birçok vakıf eseri gibi Selçuk Sultan Camii de bu fecî yıkımlardan nasibini alarak bu tarihte tamamen ortadan kaldırılmıştır. Burada bu istimlâk meselesinden bir nebze bahsetmemiz sanırım isabetli olacaktır:
İstanbul’un Yıkım Yılları
1956-1960 seneleri arasındaki dönem, İstanbul için hızlı bir yıkım dönemi olarak tarih kitaplarında yerini almış bulunmaktadır. Bu dönemde İstanbul’un tarihî ve sosyal dokusuna bîgâne ellerin hatalı şehirleşme plânları çerçevesinde düz ve geniş yol heveskârlığıyla açtığı birçok cadde[3] ciddî bir vakıf eseri tahripkârlığına yol açmıştır.
Bu dönemi konu edinen İstanbul tarihçilerinden Önder Kaya, bu gayretkeşliğin ardındaki sebepleri de şöyle belirtmektedir:
“Menderes’in gözünde İstanbul, Türkiye’nin vitrine taşınması gereken şehriydi. Bir yatırım ve turizm cenneti hâline getirilmeli, geniş kitleler için de şehir yollarla, uzun bulvarlarla, geniş meydanlarla ve devâsâ yapılarla donatılmalıydı. Zira batının metropol şehirleri bu şekildeydi. Hâlbuki o şehirlerin pek çoğu daha ortaçağın ortalarından sonlarından itibaren şekillenmeye başlamıştı. Payitaht İstanbul için ne denli doğru örnek teşkil ettikleri tartışmalıydı. Bir yüzyıl öncesinin yaya kenti olan, tramvayların dahî bazı binaların yanından neredeyse sürtünerek geçtiği eski İstanbul’da yüzeysel plânlamalarla bir îmar faaliyetine girişmek demek, şehir açısından felâket anlamına gelmekteydi.”[4]
Menderes Dönemi yıkımlarının birbirinden vahim iki noktası vardır. Bunlardan birincisi “mahalle hayatı”na vurulan darbedir. Bu istimlâkler neticesinde, İstanbullunun dînî ve ahlâkî hassasiyetler çerçevesinde şekillenmiş olan ve birçok sosyal faziletin yaşama alanını oluşturan mahalle nizamı, bir daha inşa edilemeyecek sûrette yok edilmiştir. Buradaki durum, İstanbul’un tarihinde mühim bir yer tutan büyük yangınlarla bile kıyaslanamayacak bir vehâmet arzetmektedir. Nitekim İstanbul yangınları neticesinde bazen onlarca mahallenin yok olduğu görülse de, toplum içinde inşâ edici gücün hayatiyetini sürdürmesi sebebiyle kısa süre içersinde mahallelerin yenilenerek ve fakat öz bakımından kadîm hüviyetini muhafaza ederek tekrar canlandığını görmek mümkündü. Ama cumhuriyet devri yıkımlarında durum oldukça farklıdır. Bu yıkımlar, mahalle hayatını kökünden kazımış ve böylece İstanbullunun mânevî hayatına da şuursuz bir şekilde büyük bir darbe vurulmuştur.
Yahya Kemal Beyatlı’nın “kör kazma” tâbir ettiği bu istimlâklerin ikinci vahim noktası da yine mâneviyata darbe vasfı taşıyan câmi ve târihî eser yıkımlarıdır. Devrin İstanbullu yazarlarından Münevver Ayaşlı, şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Sağcı diye iktidara gelen bu parti, yalnız İstanbul’da elli câmi yıktırmıştır. Bunların tam listesi, rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’nin arşivinde vardır. Yıkılan bütün bu câmilere çok acımakla beraber, içimin yandığı iki câmi vardır. Birisi Aksaray’ın biraz ilerisinde Selçuk Sultan Câmii, mahallesi ve sokağı. (…) İkinci çok acıdığım câmi Yeniköy’de. Boğaz’ın Rumeli kıyısında câmi pek azdır. Hele Tarabya, Yeniköy gibi yerlerde pek azdır. Yıkılan bu cami, Yeniköy’de Mihrişah Sultan Câmii’dir. (…) Câmi, 18. asırdan kalma ve çok güzel idi. Selçuk Sultan Câmii ise, çok daha eski idi.”[5]
İşte Selçuk Sultan Câmii, İstanbul’u âdeta yerle bir eden bu istimlâk felâketinin neticesinde yerinden kaldırılmış olan elli civarındaki câmi arasındadır. Bu geniş çaplı imar (!) faaliyetinin iki sene gibi dar bir zaman içerisine sıkıştırılma gayreti sebebiyledir ki, câmilerle birlikte mescid, imâret, kütüphane, medrese, tekke, sebil, çeşme, türbe, hamam ve sâir yüzlerce ecdad yadigârı vakıf eseri, doğru düzgün bir envanter bile hazırlanmaksızın âdeta imhâ edilmiştir. Bu eserlerden pek cüz’î bir kısmı, şeklen muhafaza edilerek başka bir yere taşınmış ise de bu elbette ki gayet yetersiz ve göstermelik bir telâfi teşebbüsünden ibaret kalmıştır.
Bir Yeniden İnşa Nümûnesi
Selçuk Sultan Câmii, 1956 senesinde yıkılıp arazisinin üzerinden yol geçtikten sekiz sene sonra, yani 1964’te Vakıflar İdâresi bu câmiin yerine yeni bir câmi inşa edilmesine karar vermiştir. Bu proje, zamanın ehil mimarlarından Saim Ülgen’e teslim edilmiştir. Mimar Sinan eserlerinin gayet muvaffak bir sûrette rölöve çizimlerini hazırlayıp birçoğunun aslına uygun tarzda resterasyonuna zemin hazırlamış olmakla tanınan bu usta mimar, Selçuk Sultan Câmii’ni de ait olduğu asrın mimarî özelliklerine göre projelendirip taş ve tuğla esaslı olarak yeniden inşa etmeye muvaffak olmuştur. Ancak câmiin asıl arazisi üzerinden yol geçtiği içindir ki, bugünkü câmi, biraz daha geride inşa edilmiş bulunmaktadır.
Her ne kadar bu yeni câmi, cumhuriyet devri mimarî eserlerinden olsa da gerek kullanılan malzeme, gerekse üslûp açısından aslının yerini tutabilecek bir tarzda inşa edilmesi, İstanbul’un yaşadığı büyük yıkım sonrası kısmen de olsa tesellî verici ender hadiselerden birisidir. Bu hâliyle klâsik bir eserin nasıl ihya edilmesi gerektiği hususunda da güzel bir örnek teşkil etmektedir.
[1] Ayvansarayî, Hadîkatü’l-Cevâmi, İstanbul 2001, s. 242
[2] Ayvansarayî, s. 505
[3] Millet ve Vatan Caddeleri, Barbaros Bulvarı, Aksaray-Beyazıt yolu, Florya-Bakırköy sahilyolu, Karaköy-Beşiktaş yolu, Levent-Maslak-Sarıyer ve Dolmabahçe-Bebek güzergâhları.
[4] Önder Kaya, Cumhuriyetin Vitrin Şehri, Küre Yayınları, İstanbul 2010, s. 99
[5] a.y.
YORUMLAR