“el-Vedûd” olan Rabbimiz, muhabbeti var etmiştir. Biz bütün canlı varlıklar olarak O’nun var ettiği sevgi ve şefkat nîmeti sayesinde severiz, seviliriz. Herhangi bir hayvanın yavrusuna duyduğu sevgi ve şefkat ile yakınlık gösterip ona bakması, büyütmesi etrafımızda görüp normal karşıladığımız bir tablo olduğu gibi, insan cinsinin de hemcinslerine karşı sevgi beslemesi alışageldiğimiz bir haslettir. Aslında göre göre tabiî ve gerekli karşıladığımız bu sevgi ve şefkat ttezahürü, başlı başına bir lutf-i ilâhîdir. Bunu günümüzde sevgiyi ve şefkati kaybetmiş insan müsveddelerini gördükçe daha iyi anlıyoruz.
Rabbimiz, sevmeyi var etmiş, kalplerimize yerleştirmiş, ama bunu farklı nisbetlerde taksim etmiştir. Herkes farklı oranlarda sever. Herkes sevgisini farklı sevgi dilleri ifade eder. Yine herkesin sevdiği şeyler, aynı değildir. O hâlde sevgi, ülfet ve dostluk, başlı başına üzerinde durulmaya değer bir anlam ve kıymet taşır.
Sevgi, İkrâm-ı İlâhîdir
Sevmek, öncelikle Allah tarafından verilmiştir. Kişi, bazı vesile ve vasıtalara riâyet ederek içindeki sevgi ve şefkat pınarını artırabilir ya da kendi tercihleriyle bu gözeyi kurutabilir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yetim başı okşamanın insanın içindeki şefkat ve merhameti coşturacağını haber vermiştir. Ancak yine evladını sevme nîmetinden mahrum bir kimseye karşı elinden bir şey gelmeyeceğini de açıkça ifade etmiştir.
Sevmek, İnsanı Allâh’a Yaklaştırmalıdır
Sevgi, Allah’tan gelen bütün nîmetler gibi, O’nun yolunda kullanılmalıdır. Biz, yaratılış itibariyle annemizi, babamızı, eşimizi, evlatlarımızı severiz. Aynı şekilde “dünya metaı” olarak isimlendirilen birçok varlığa karşı fıtrî bir sevgimiz vardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)
Rabbimiz, insanların fıtratlarına ve kalplerine yerleştirilen bu sevgilerin var olduğunu, insan olmanın bir parçası olduğunu beyân etmiş, ancak bunların geçici olduğunu ve Allah yolunda kullanılması gerektiğini de hatırlatmıştır.
“(Rasûlüm!) De ki: «Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allâh’ın rızâsı vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” (Âl-i İmrân, 15)
“Bilin ki dünya hayatı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün, sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)
“Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)
O hâlde insan, kendisi için büyük bir enerji ve motivasyon kaynağı olan, ona mutluluk veren, hayatı renklendiren sevgiye sahip olmalı; ancak bunu kıvamında ve doğru bir şekilde kullanmalıdır.
Sahip olduğumuz maddî-mânevî bütün nimetler içinde; Allâh’ın muhabbet ve yakınlığına götüren her şey yücedir, değerlidir. Meselâ ilim sahibi olmak, Allâh’a yaklaştırmalıdır. Eğer ilmimiz arttıkça Allâh’a yaklaşmıyorsak, bu ilim bizi Allah’tan uzaklaştırıyor demektir. Aynı şekilde sevgi, öfke, servet, sağlık, gençlik, makam vb. bütün nîmetler, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Ya onu hayra kullanırız, istifade ederiz ya da şerre kullanır, kendimize zarar veririz.
Sevginin İsrafı
Bir şeyin yerli yerince kullanılmaması, gerektiğinden fazla veya az kullanılması hem israf, hem de haksızlık ve zulümdür. Bu manada adaletin zıddı olan zulüm, hak sahibine hakkının verilmemesidir.
Biz maddî şeylerin, ekmeğin-yemeğin israfını biliriz ve kötü olarak vasıflandırırız da insanın, zamanın, sağlığın, duygu ve düşüncelerin boşa harcanmasına çok ehemmiyet vermeyiz. Halbuki bu israflar da en az maddî israflarımız kadar, belki onlardan daha ziyade önemlidir. Meselâ bir marangoz hatalı bir şekilde tahtayı kestiğinde, belki başka bir tahta ile bu hatasını düzeltebilir. Yanlış kesilen tahtanın yerine başka bir tahta bulabilir. Ancak boşa giden zamanın, beyhûde tüketilen bir gençliğin telafisi var mıdır?
Bu mesele duygu ve düşüncelerde, sevgi ve öfkede de böyledir. Yanlış kişiyi seven ya da yanlış kişiye nefret duyan ve bu uğurda pek çok bedel ödeyen insanın, bu hatasından geri dönüşü ne kadar mümkündür?
O hâlde menşei ilâhî olan duygularımızı da ıslah etmek; hayırlı ve güzel kimselere karşı sevgi duymak, hayırsız ve şerli kimselerden de uzak durmak bizi büyük haksızlık, zulüm ve hatalardan koruyacaktır.
Kimleri Sevmeli?
Cenâb-ı Hak, mü’min kullarının îmanının farkında olmasını ve bütün hayatlarını bu îman ekseninde inşa etmelerini emretmektedir. Mü’min, Allâh’ı, Rasûlü’nü ve diğer mü’minleri sever. Bu keyfî değil, zarûrî bir sevgidir ve îmanın gereğidir.
Mü’min, Allâh’ı, her şeyden daha çok sever; O’nu gerçek dost olarak görür:
“İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allâh’a denk tanrılar edinir de onları Allâh’ı sever gibi severler. Îman edenlerin Allâh’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır…” (el-Bakara, 165)
“Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür…” (el-Bakara, 257)
Mü’min, Peygamber Efendimiz’i canından çok sever.
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. (O’nun) hanımları da, mü’minlerin anneleridir...” (el-Ahzâb, 6)
Mü’min, izzet ve şerefi, dostluk ve kardeşliği mü’minlerin yanında arar.
“Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet yalnızca Allâh’a aittir.” (en-Nisâ, 139)
“…Hâlbuki asıl izzet ve üstünlük, ancak Allâh’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler!” (el-Münâfikûn, 8)
“Sizin dostunuz (velîniz) ancak Allah’tır, Rasûlü’dür, îman edenlerdir. Onlar ki, Allâh’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. Kim Allâh’ı, Rasûlü’nü ve îman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar, şüphesiz Allâh’ın tarafını tutanlardır.” (el-Mâide, 55-56)
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velîleridir (dostlarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir…” (et-Tevbe, 71)
“Mü’minler ancak kardeştirler! Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.” (el-Hucurât, 10)
Mü’min için gerçek sevgi ve dostluk, îman çerçevesinde şekillenir. Mü’min, Allâh’ı dost bilenleri dost olarak seçer. Mü’min bir kalpte Allâh’a düşmanlık eden kimselere karşı bir dostluk ve muhabbet görülmez. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Allâh’a ve âhiret gününü inanan bir toplumun, -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, îman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır…” (el-Mücâdele, 22)
Kimlerden Uzak Durmalı?
Mü’min, îmanı gereği, kâfirlere ve Ehl-i kitab’a dostluk bağıyla bağlanmaz.
“Ey îman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” (el-Mâide, 51)
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır…” (Âl-i İmrân, 28)
“Eğer onlar Allâh’a, Peygamber’e ve ona indirilene îman etmiş olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (el-Mâide, 81)
“Ey îman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin!..” (el-Mümtehine, 1)
“Ey îman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten aslâ geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân, 119)
Kendi akrabaları arasında, en yakını olan anne-babası dâhil, küfür ve inkâr üzere yaşayanlar varsa, onlarla beşerî münasebetlerini devam ettirir, ancak onların günah ve küfre dair davetlerini kabul etmez.
“Eğer onlar (anne-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman, 15)
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever.” (el-Mümtehine, 8)
“Ey îman edenler! Eğer küfrü îmana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” (et-Tevbe, 23)
Mü’min, Allâh’ın taraftarlarının karşısında Şeytan’ın taraftarları olduğunu bilir. Şeytanın, Allâh’tan aldığı izinle, insanlara karşı sinsi ve amansız bir düşman olduğunun farkındadır. Cenâb-ı Hak, şeytanın niyet ve hedeflerini birçok âyet-i kerîme ile ortaya koymuştur. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (el-A’râf, 27)
“Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: «Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim.» demiştir. «Onları mutlaka saptıracağım. Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allâh’ın yarattığını değiştirecekler.» dedi. Kim Allâh’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.” (en-Nisâ, 118-119)
O hâlde mü’min, cinlerden ve insanlardan “şeytanlaşmış” kimselerle arasına mesafe koyar, onları dost ve sırdaş kabul etmez. Şeytanın adımlarını takip etmez. Onun vesvese ve fısıltılarına, kalbe attığı gereksiz endişe ve korkularına kapılmaz. Allâh’ın âyetleriyle alay edilen, ibadet ve inanç konularının eğlence malzemesi yapıldığı yerlere mâni olur, en azından buralardan uzak durmaya çalışır.
O, ihlâs ve teslimiyetle Allâh’ın emir ve yasaklarına bağlanır. Kendisine Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’yi rehber alır. Sâlih ve sâdık insanların meclislerine devam eder, onlarla ünsiyet ve muhabbet peydâ eder.
Büyük günah işlemeyi hoş gören “fâsık” ve “fâcir” kimselerden, Allâh’a isyan eden, Allâh’ı inkâr eden sözlerden, sohbetlerden, programlardan, insanlardan uzaklaşır. Onların günahlarını işlemese ve başlangıçta bu günahları çirkin ve kerih görse de bir müddet sonra onlarla geçirilen zaman ve mekân beraberliğinin kalbine kasvet getireceğini, en azından bu günahlara müsamaha ile yaklaşmaya başlayacağını görür. Ateşten kaçar gibi, bu günahlardan ve günah meclislerinden uzak durur.
Takvâ Temelli Kurulmayan Dostluklar
Herhangi bir dünyevî menfaat veya korku sebebiyle kurulmuş dostluklar, dünyada ne kadar sıkı-fıkı olunsa da âhirette tarafların birbirinden kaçmasına sebep olacaktır. Çünkü gerçek niyet ve maksatlar ortaya dökülecek, dünyevî menfaatler bitmiş olacak, üstelik bu maddî/dünyevî dostluk sebebiyle işlenen günahlar yüzünden insanlar birbirinin şâhitlik yapmasını istemeyeceklerdir. Rabbimiz, bu manzarayı şöyle tasvir eder:
“İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37)
Hâlbuki Allah rızâsı gözetilerek kurulmuş dostluk ve muhabbetler, âhirete uzanan bir sevgi şerâresi olacaktır. Birbirinin hayrını gözeten, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, hayır ve güzelliklerde birbirine yardımcı ve destek olan, hattâ tatlı bir yarış içinde bulunan bu güzîde dostluklar, âhirette de devam edecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“O gün, Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar (takvâ sahipleri) dışında, dost olanlar (bile) birbirine düşman kesilirler.” (ez-Zuhruf, 67)
Allah rızası gözetilmeden kurulmuş dostluk ve yakınlıklar, insana kıyamet gününde hiçbir fayda sağlamayacak, burada muktedir görülen kimselerin orada şefaat ve yardımı sözkonusu olmayacaktır.
“Şüphesiz (hakkı bâtıldan ayıran) hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür. O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez. Ancak Allâh’ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz O, üstündür, merhametlidir.” (ed-Duhân, 40-42)
“O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner. Dost, dostu sormaz. Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azâbından (kurtuluş için), oğullarını, karısını ve kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün âilesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın. Fakat ne mümkün!...” (el-Meâric, 8-15)
Kalpleri hâlden hâle çeviren ey yüce Rabbimiz, bizi îmana eriştirdikten sonra, kalplerimizi îman ve hidayet üzere sabit kıl! Ayaklarımızı sırât-ı müstakîmden kaydırma! Bizi müslüman olarak yaşat, ruhumuzu da müslüman olarak kabzeyle! Bizi, sâlih ve sâdık kullarınla birlikte haşreyle. Âmin.
Fatma Nur CİHAN
YORUMLAR