Mutlak hakîkat olan Rabbimiz, bilinmek istedi. Çünkü en güzel mutlak varlık olan Allah Teâlâ en güzel isimlerle bilinir, isimlerinin tecellîsi, yarattığı varlıklarda oluşur da O’nun rızâsını kazanmak için kulu gayret eder, amel ederse; kâinatta huzur olabilirdi.
“er-Rahmân”, “er-Rahîm” isminin tecellî ettiği bütün varlıklar, güçleri ve kabiliyetleri nisbetinde âciz ve zavallıya merhamet eder, hastaya bakıp yoksulu doyurur, çiçeği sulayıp hayvanı soğuktan korur, varlıkların ihtiyaçlarını karşılamak için gayret eder.
“er-Rezzâk” isminin tecellîsi oluşursa, ekmeğini paylaşır, borç verir, çalışma imkânları sunabilir. “et-Tevvab” ismi kimde tecellî ederse, hatalarında ısrar etmez, hemen tevbe edebilir. “eş-Şâfî” isminin tecellîsine ulaşan, maddî ve mânevî hastalıkların şifası için gayret eder. “el-Kerîm” esmâsı kendisinde tecellî eden, cömert olur.
Kısacası, kâinatın fesâda uğramadan varlığını devam ettirebilmesi, varlıklarda ilâhî isimlerin tecellîsinin yerleşmesi ile mümkündür. Bu tecellî de Allah Teâlâ’yı bilmekle, mârifet ile mümkün olur.
Dünyayı yaşanılır hâle getirmek, bütün varlıklar için mutluluğun, huzurun temininde rol oynayabilmek, Rabbimiz’i tanımamızla oluşur. Kim Rabbini bilirse, kendisini de bilir, haddini de bilir. Kötü hasletler dediğimiz, kibir, gurur, ucub, haset, hırs ortadan kalkar.
Allah Teâlâ, kuluna hemen isimleri ile tecellî eder mi? Sünnetullah’ta, zahmet kadar rahmet vardır. Gayret ister, çaba ister, duâ ister.
“Kul, Allah Teâlâ’yı nasıl tanıyabilir?” diye sorulursa, bu husus, sırf kulun Allah Teâlâ’yı anlatan kitaplar okuması ile olacak bir şey değildir. Allah Teâlâ kuluna, kendini, kendisi tanıtır, öğretir. Bu da ancak kul acziyetini müdrik hâlde iken mümkün olur. Nasıl suya ihtiyacı olan suyun kıymetini anlarsa; kul da acziyeti, çaresizliği ile birlikte Rabbinin kudretini, isimlerini, Rabbinin bilgisini anlayabilir.
Allah Teâlâ’nın kuluna kendisini bildirip öğretmesi; kulun ibadetlerini, sosyal hayattaki bütün faaliyetlerini, sözlerini sadece Allah Teâlâ’ya has kılarak, yani ihlâslı olarak, kullardan hiçbir beklenti duymadan yapması; şükür, zikir ve sabrederek güzel ameller işlemesi neticesinde de gerçekleşebilir. Bu husus da Allah Teâlâ’nın takdîri dâhilindedir.
Biz insanoğlu, yaratılanlar arasında varlık planında en baştayız. “Eşref-i mahlûkât” olarak seçildik. Kulluğumuzun idrâkine varabilirsek, meleklerden de kıymetliyiz. Bakara Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Âdem’in yaratılışına bir şekilde itiraz eden meleklere, Rabbimiz’in söylediği sözlerden biliriz bunu… Üzülmek, pişman olmak, ayrılık acısı çekmek, hastalığa yakalanmak, insanlar içindir. Allah Teâlâ’nın bütün isimlerinin tecellîsi bizim üzerimizde gerçekleşir. Bir melek, “el-Bâsit” ismini, “el-Hafîz” ismini, “el-Kâbız” ismini tecrübe ederek bilemez, anlayamaz. Sadece, insanoğlu, Rabbinde fânî olup, yaşayarak anlar ve öğrenebilir.
Bu tecellîlerin lûtfedilmesi için; hastalık gibi, acı çekmek, kederlenmek, bedenin zayıf düşmesi, sevdiklerimizi kaybetmek gibi bedeller ödenmesi gerekebilir ki; karşılığı rahmet olsun, Rabbimiz’in rızâsı olsun. Mutlak hakîkat olan Rabbimiz ile kurduğumuz her irtibat çok kıymetlidir. Kul bunu bilirse, varsa günahlarından arınır, sevabı artar, makamı yükselir. Kime musîbet verildi de o musîbete “Neden ben?” demeyerek râzı oldu, teslim oldu da günahları dökülüp makamı yükselmedi?
Ne zaman ki kul, şeytan misâli, hep başkalarını suçluyorsa, kendisini, başkalarının ezdiğini, hırpaladığını, kendisinin dâimâ “suçsuz” olduğunu düşünüyorsa, işler değişir. Devamlı etrafındaki insanların ettikleri ile cedelleşip duruyorsa, vaziyet başka hâl alır. Çünkü imtihanının kapısını kendisi açıyordur.
Müddessir Sûresi’nin ilk âyetlerinde, ilâhî tecellînin kişiye akması ve kulun Rabbini bilmesi için yapması gerekli olanlar sıralanır ve:
“Kalk artık, uyar. Sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temizle. Pislikten sakın. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızâsına ermek için sabret.” (el-Müddessir, 2-7) buyrulur.
Aslâ Allâh’ın yarattığı varlıklarla cedelleşmek istenmez. Çünkü bu, çözüm değildir. Çözüm, tebliğ vazifemizi yapmak, sabırla tahammül etmek, üzerimize düşenleri vaktinde yerine getirmek, neticeyle meşgul olmamaktır.
Rahmân olan Allah Teâlâ, merhameti ile kuluna mutlu olmasının yollarını gösterirken, bizler yaratılmışlar ile mücadeleyi seçersek, hastalığı, kederi ve imtihanlarımızı dâvet ederiz. Yaratılmış varlıklara duyduğumuz öfke, hırs, hayal kırıklıkları ve beklenti çoklukları yüzünden, kendi gerçek işimizin Rabbimiz’i bilmek ve O’na kulluk etmek olduğunu gözden kaçırırız. Allah Teâlâ’nın yarattığını “tek derdimiz” yaparsak, kendi derdimizin kulluk olduğunu unuturuz.
Kulun bu şekilde gaflete sürüklenmesinden ve olduğundan fazla abarttığı dünya ile baş başa kalmasından Allah Teâlâ râzı olur mu? Tabi ki olmaz, kulu hizaya çekmek, gerçekliği göstermek gerekir. Bunu da Rabbimiz, istediği şekilde, kimine hastalık vererek, kimine yokluk vererek, kimine korku vererek yapar. İmtihanın özü, Rabbinden ayrı kalmanın acısından rûhu kurtarmaktır. Bizâtihî yalnız olan insanın, yalnızlığını sadece Rabbinin ortadan kaldıracağını öğretip, kulu iki cihan saadetine kavuşturmak içindir.
Bu vecheden bakınca, “…Sizin iyi zannettiğiniz şeyler kötü, kötü zannettiğiniz şeyler de iyi olabilir… ” (el-Bakara, 216) âyet-i kerîmesine, İmam Gazâlî’nin izahı daha derin bir mânâ kazanmış olur. O, bu âyet-i kerîmede beyan edilen, “içinde bizâtihî iyilik olup da şer zannedilen” şeylerin “hastalıklar” olduğunu söyler. Yine ona göre, hastalıklar, insanları Yaratan’ın bilgisine (mârifete) ulaştıran tecrübelerden biridir. Zira Cenâb-ı Hak, “Hastalıklar, seçkin kullarıma yanaştırdığım hizmetçilerdir.” buyurmuştur, diyerek konuya açıklık getirir.[1]
1978’de kanser hastası olan Susan Sontag’ın şu sözleri, o dönemde insanları sarsmıştır:
“Hastalık bir mecazdır. İnsanın hakîkatine, âcizliğine, çaresizliğine işaret etmek için vardır. Hastalık bir ârıza hâli değil, kulluğun denendiği; «Rızâ mı var, şikâyet mi ediyor; teslîmiyet mi göstermiş, isyan mı ediyor?» hususlarının açıklık kazandığı bir durumdur. Gözümüzde büyüttüğümüz, dert olarak gördüğümüz nice şey hastalıkla basitleşir, önemsizleşir, kişiye «Hiç de önemli değilmiş, ne çok boş şeylerle uğraşmışım!» dedirtir. Hastalık ârıza değildir, kulun rızâsının ölçüm durumudur.”
Modern dünya, seküler, yani Allâh’ı dışlayan, Allah’tan uzak yaklaşımı ile hastalığı “konfor bozucu rahatsızlık” gibi gösterir. Hastalığı ve yaşlılığı utanılacak bir durum gibi görürüz. Çünkü Allâh’ın tarif etmesi gereken kavramları, hevâ ve hevesi ile kendisi tarif eden insanoğlu, kendisini her şeye yeter zanneder. Gururlanır, kibirlenir. Bütün oyunu hastalıklar bozar. Hayatı, sadece dünya hayatından ibaret gören; âhireti “yok” farz eden ya da gafletinden âhiret düşüncesi zayıflayan kula, “bu dünyadan daha kıymetli olan Rabbini” hatırlatır, hastalık… Çünkü sağlıklı iken hatırlamadığımız, unuttuğumuz, esas yurdumuzun âhiret olduğu, aslâ ve aslâ dünya olmayacağını, burada kalıcı olmayacağımızı öğretir hastalıklar... Biz kendimizi tohum olarak düşünürsek, hastalık o tohumun çatlaması ve içindeki ağacın filizlenmesidir.
Modern dünyada insan benliği, hastalığı bir “tehdit” olarak görür ve bir şifa bulup iyileşmişse, “Ben bu hastalığı yendim.” der. Kazanılması gereken bir savaş yoktur; çünkü hastalık, kulluk ayarlarını düzeltmek içindir; insanın sürünmesi, perişan olması için değil!.. Modern zamanlar, hastalığa yüklenen mânâyı da benliği doğrultusunda tahrip etmiştir.
Ehl-i Sünnet’e göre; “Eşyanın kendisinde çirkinlik ya da güzellik yoktur. Allâh’ın emrettikleri güzel, yasakladıkları çirkindir.”
Hastalık, kula vücut gerçekliğini, yani taştan, çelikten olmadığını, ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden olduğunu, bu sebeple gururu bırakması, aczini anlaması gerektiğini, kendisini yaratan ve her şeyin sahibi olan Rabbini tanıması gerektiğini, vazifesini bilip dünyaya geliş sebebini öğrenmesini hatırlatır. O zaman kim diyebilir ki; “hastalık kötüdür!” Kim diyebilir ki; “hastalık, utanılacak bir şeydir!” Diyebilir miyiz ki; “Sağlık iyidir, hastalık kötüdür!”
Kâinatta ne varsa; devesinden kuşuna, ağacından suyuna, dağından ormanına bir bütün içindedir. Kâinatta her şey birbirini tamamlar. Avustralya’da suyu çok içti diye develer öldürülürse, bütün Dünya’da korkunç bir virüs başlar. Kâinatta bir yeri bozarsan, senin bedeninde de bir şeyler bozulur. Varlık olarak hiçbirimiz, birbirimizden bağımsız değiliz. Bütün varlık âlemi, duvarın tuğlaları gibidir. Umursamadan öldürülen, kanadı koparılan bir leyleğin acısı, mânen hepimizi sarar. Bunu her ne kadar görmek istemesek de, bu, böyledir.
Göz yumduğumuz, yok farz ettiğimiz, kimsesiz, çaresiz ve âcizlerin gözyaşları; bizim de kaderimiz olur. İstersen o gözyaşı bizim yüzümüzden dökülsün, isterse bir başkası yüzünden dökülmüş olsun… Bize düşen, kötülüğe engel olmak iken, kötülüğe engel olmamışsak, bu durum da kula bir imtihan, belki de bir hastalık olarak döner. Herkes birbirinden sorumludur ve zâlime engel olmak lâzımdır. Hastalığa bir de bu gözle bakmak gerekir.
Köyün, sözüm ona ağasının oğlu, tüfekle oynarken kazâen birisini vurur. Ağa oğlu suçlanmaz, köy, elbirliği ile suçu gariban komşu oğlunun üstüne atar. İşlemediği suçun bedelini öder genç, evlenemez, artık mimlenmiştir. Ailesi kimsenin yüzüne bakamaz. Suçu başkasının üstüne atınca kurtulacağını zanneden ağanın ağır imtihanı iftira attıkları an başlamıştır. Musîbetler peş peşe onları yakalar. Ağanın oğulları psikolojik rahatsızlıklara yakalanırken, yalan yere şâhitlik eden gelinler kansere yakalanırlar. Ailenin gençlerinin evlilikleri hep kısa sürer. Yuvaları yıkılır. Bazı hastalıklar, işlenen zulümler sebebiyledir.
Doktorlar da bunu bilirler. Kanser hastasıdır, daha birinci evrededir, ne yapılırsa yapılsın hasta iyileşemez. Kanserde dördüncü evrededir, hastaya ölecek gözü ile bakılır. Tam tersi olur, hasta iyileşir. Hastalıklar, kulun hatasını anlaması, ona çözüm bulması, tevbe etmesi, helâllik dilemesi için bir sebep iken, bizler bunları düşünmez de, “Mutlak iyilik, sağlıklı olmaktır!” diye düşünüp sadece tedâvi ve şifâya odaklanırız. Bu yanlıştır.
Hastalık da Allah Teâlâ’nın kuludur ve Allâh’ın emrine boyun eğer. Allah Teâlâ o hastalıkla, hastaya yaptığı hatayı düzeltmesi için bir fırsat vermiştir. Aileye:
“-Hiç helâlleştiniz mi, günahsız olup üstüne suç attığınız kişi ile?!” deyince:
“-O zaman suçun bizde olduğu anlaşılır. Tazminat ödemek zorunda kalırız, şerefimiz ayaklar altına düşer!” diyerek, yaptıkları ahlâksızlığı, îtibar kaygısı ile düzeltme yoluna gitmemeleri, yaşadıkları musîbetlerin akılları başlarına gelene dek süreceğinin işaretidir. Hastalığı bir de bu şekilde okumak gerekir. Yenilen kul hakkı, alınan bedduâ, ezilen yetimin gözyaşı, kimi zaman ağır hastalıklar olarak dönecektir.
“-Narsist bir çağda yaşıyoruz. İstatistiklere bakınca kanser hastalığı, kalp damar hastalıkları ve ânî ölümlerde artış var. Diğer çağlara göre ciddî bir fark var.” diyor, Doktor Nevzat Tarhan… “Allâh’ı unutturmayı, Allâh’a yabancılaşmayı «modernizm» olarak görüyor, çağımız… Kötüyü câzibeli hâle getirerek merak uyandırdıktan sonra «yaptırmak için» bütün gücü ile çalışıyor seküler, modern dünya… Câfer-i Sâdık’ın şu ifadelerini görmüyor, duymak bile istemiyor:
“Allah dünyaya şöyle vahyetmiştir: «Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise yor ve yıprat!»” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 104)
Sözlerine devam ediyor Nevzat Tarhan:
“Bu sünnetullahtır. Derdi dünya olan, ölümü unutur. Kalbi dâimâ dünyevî ihtiyaçlarla doludur, Rezzâk olarak Rabbini, Şâfî olarak Rabbini bilmez. Birbirini çekemez, haset eder, seküler dünyanın iyi kabul ettiği şeyleri kendinde görmek ister, başkasında görünce hased ve nazarla onu hasta eder. Kötü kalpli, hased, hırslı insanların kötü nazarları da hasta eder, mazlum insanları… Kişinin hased ve nazardan, kendisini sergilemeyerek, davranışlarına dikkat ederek, iyi hâlini gözler önüne sermeyerek korunması gerekir.”
Hastalık ile ilgili duruma genel bir biçimde baktığımız zaman bir “imtihan” olmakla beraber, hasta olan kişide, “Kul hakkı var mı?”, “Bedduâ almış mı?”, “Yetim malı yenmiş mi?” diye sorgulamak gerekir.
Şifânın sadece Allah’tan olduğu, doktorların ise sadece bir “sebep” oldukları bilinmelidir. Öyle ki, sadece “sebepler âlemi” ile hastalığı iyileştirmek mümkün olmayabilir. O hastalığın kişide kalmasını, “hikmetler âlemi” ile “sırlar âlemi”nde Rabbimiz takdir etmiş ise; bu kez Rabbi râzı edecek vesîleler bulmak gerekir. Kurban kesip dağıtmak, bol bol sadaka vermek, tevbeler ve gözyaşları ile özür dileyip bağışlanma dilemek; hastalığın şifâsı için gereklidir. Kim demiş, “hastalığı, sadece ilaç ve doktor iyileştirir.” diye?! Siz sebepler âlemine başvurursunuz, ama meselenin başka bir şekilde çözülmesi gereklidir, bilemezsiniz.
Allah Teâlâ dilerse doktora, ilaca dahî gerek olmadan “rukye” dediğimiz, sebepler âlemini ortadan kaldırmak sûreti ile, şifâ merciine duâ ile doğrudan müracaat ederek, kulunu şifâya ulaştırır. Allah Teâlâ, “Ol!” dedikten sonra, iyileşmek an meselesidir. O zaman “Ol!” demesi için ne yapmak lâzım, bunun düşünülmesi gerekir.
Hâdiselere çok dikkatli bakıp anlamaya çalışınca, aslında en büyük şifânın îman olduğu anlaşılır. “Neden ben, niye beni buldun?!” diye isyan eden kimse, rahmet için kendisinin seçildiğini, gafletten kurtulması için büyük bir fırsatın içinde olduğunu bilmezse, hastalığını ona katlar. Kat kat artan hastalık, onun isyanları ile katlanılamaz hâle gelir. Zira Rabbimiz, kulunun kaldıramayacağı bir yük ile onu mükellef tutmaz. Kul, yükünü büyük görüp de isyan ederse; kısık bir ses, mikrofonla nasıl yükseliyorsa, durum o hâle dönüşür. Yüzleşip kabullenmek, tevbe edip tevekkül etmek kadar imtihanları kolaylaştırıcı başka bir şey yok gibidir. Değilse balığın karnından Yunus -aleyhisselâm-’ı sebepler âleminde kimse kurtaramazdı.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de on sekiz beyitten sonra ele aldığı ilk konu, “Padişah ve Câriye” hikayesidir. Bu, bir aşk hikâyesi değildir. Bu, “Aklını başına al!” hikâyesidir. “Sen sevdiklerini iyileştiremezsin! Dünyanın en büyük doktorlarını da devreye soksan, hüküm Benimdir. Ben dilemedikçe yaprak oynamaz! O zaman hastalığın sebebini iyi anla ki, çözüme kavuşturasın. Mazlumu ağlatan özür dilemedikçe, tevbe etmedikçe iyileşemez. İyileştiren ilâç değil, Benim hükmüm ve rızâmdır. Hastalığı sadece bedenin, sıvıların ölçümü üzerinden değerlendirme! Sen Rabbini bil ve işini Rabbini bilen hekime havâle et. Zira hadsiz hekim, şifâ Bana aitken kendi üzerine alır da hükmü kendi verecek sanır. Böyle zannedince de rezil olur. Her şey Allah dilerse olur. Allah dilerse, kişi şifâ bulur. Sebepler âleminde doktorlar sadece vazifelerini yaparlar, ötesine kimse karışamaz. Hüküm, her konuda olduğu gibi şifâ mevzuunda da Allâh’ın elindedir, O ne zaman isterse kuluna o zaman şifa verir.” hikmetinin öğretilmesi içindir, “Padişah ile Câriye” hikâyesi…
Bu zaman zarfı, kulun aklını başına getirmesi, kendisini toparlaması, acziyetini îlan edip Rabbine teslim olması ile doğru orantılı seyreder. Ben teslim oldum, hâlâ iyileşemiyorum diyen, “hâlâ” kelimesi ile hiç de teslim olmadığını, hâline râzı olmadığını, hastalık durumundan son derece rahatsız olup çabucak kurtulmak istediğini söylemektedir. Teslîmiyet, basitçe “Teslim oldum!” kelimesi ile olacak bir şey değildir. Kalbe sormak gerekir, “Gerçekten râzı mısın hâline?” diye… “En büyük şifâ, îmandır.” deyince, bu durum kendisine komik gelenlerin iyice düşünmesini hatırlatırız.
Şifâ, ister “Ortodoks tıbbı” dediğimiz, bugünkü doktorların kullandığı ilimden, isterse “bütünleyici alternatif tıp” kabul edilen İbn-i Sînâ tıbbından, mizaç ilminden, ister kâinat eczanesinden, isterse hacamat veya sülükten gelsin; kimi, kime karşı küçümseyebiliriz ki!.. “Şifâlı ol!” dedi mi Rabbimiz, minik bir keten tohumu da ehlinin elinde iş görebilir. Şifâ verme açısından hiçbir şey küçümsenmez. Şifâ, kimsenin tekelinde de değildir.
Konya’da bezeme tekkesi, yılancık ocakları, hafakan tekkesi, bulgurcuk tekkeleri, sarılık tekkesi vb. vardır. Doktorların “stres” deyip de, verilen ilaçların çare olmadığı yerlerde kulun imdadına yetişiverirler. Gariban, iyileşmek için Amerika’ya, İsveç’e mi gitsin; tekke de Rabbimiz’in lûtfu ve keremi ile şifâ sebebi olabilir. Öyle olmasa idi, “Şifâyı arayın!” denir miydi? Belki de devâ, arayınca bulunacak bir yerdedir… Allah Teâlâ’nın her şeye gücü yeter. Bugün alternatif tıp tekniklerini kullananlara gösterilen revaç, belki de Ortodoks tıbbının kibrindendir, kim bilebilir ki?
Hüküm Allâh’ındır, O’nun dilediği zamanda, dilediği şekilde, dilediği sebep ile şifâ gelecektir. Bu zaman zarfında kula tevbe, istiğfar, geçmişi ile yüzleşmek, helâllik dilemek, duâ etmek, sabredip tevekkül etmek, en mühimi de; rızâ hâlinde olup boynunu bükmek yakışır.
Seksen beş yaşındaki teyzenin, olacak ya, bağırsakları düğümlenir. Yediğini, çıkarmaktadır. Şekeri, tansiyonu, kalp rahatsızlığı da olduğu için doktor:
“-Ameliyat etmezsem yediğini kusa kusa zaten öleceksin. Ameliyat edersem de uyanamayabilirsin. Bir sürü hastalığın var, söyle ne yapalım?” der.
Teyzemiz doktora sadece şunu söyler:
“-Öleceksin, kalacaksın vb. diyerek Allâh’ın işine karışma, vazifeni yap!”
Ameliyat olur, çarçabuk da iyileşir. Doktor şaşar. Teyze cevap verir:
“-Rabbin işine karışma evlât. Şimdi iyileştim de imtihanım bitti mi? Ölene dek bu imtihanlar devam edecek. Sınıfı geçmemiz lâzım, kâmil kul olmamız lâzım. Her imtihan neticesi teslîmiyetimiz ve rızâmız ile sınıf atlayacağız. Böylece Rabbimiz’i öğrene öğrene Rabbim bizden râzı, biz O’ndan râzı olarak Cennet’e gideceğiz. Bu safhalarda hep Allah ile kavga mı edelim?”
“Kâinat her biri bir diğeri ile etkileşim hâlinde olan bir zincir gibidir!” dedik. Kişinin hastalığı, ola ki, kalp naklini gerektiriyor olsun. Fakir bir âilenin beş yıllık et ihtiyacının karşılanması için bir kasapla anlaşma sayesinde, belki de kalp şifaya kavuşabilir. Dişi kuşun yuvasını yıkanın, kediyi aç ölüme terk edenin yaptığı aslâ yanına kalmayacaktır. Allah yokmuş gibi yaşayanlar, O’nun varlığını bütün hücreleri ile hissedene dek imtihan olacaklardır. Allâh’ın varlığını bilenler de kâmil mânâda îmân edene dek imtihan olacaklardır. Ölürken kimse ateist ya da deist değildir.
Bugün kâinâta bakınca herkesin hastalığı görülür. Allâh’a vuslattan mahrum edilen rûhun maddî ve mânevî sıkıntıları ortaya çıkacaktır. Beden her hastalığı; ruh padişahı ve kâmil îmân ile, Cenâb-ı Peygamberimiz’in mihmandarlığında, sebepler âlemine, haddi kadar değer vererek çözebilir.
Ağır bir trafik kazasıdır. Şoför ağır bir beyin travması geçirmiş, doktorlar hiç ümit vermemiştir. Ölüm beklenirken, olağanüstü bir şey gerçekleşir, hasta hızla iyileşme göstermektedir. Üç ayın içinde vücudunda onlarca kırık olan, beyni harap olmuş olan hasta iyileşir. Doktorlar nasıl olduğuna şaşırır ve hasta yakınlarına sorarlar:
“-Hangi tesbihi çektiniz, neler okudunuz?” diye…
Ne garip, hasta yakınları da gaflete düşmüş, ölecek diye kuvvetli zan oluştuğu için bir şeyler okumak hiç akıllarına gelmemiştir. Doktorlar, bu kez hastaya sorar. Hasta:
“-Ben bilmiyorum.” der, “Tek bildiğim ayılana dek Kur’ân okuduğum.”
Hemşireler de tasdik ederler:
“-Devamlı dudakları kıpırdadı, ama biz ne söylediğini bilemedik.”
Kazâzede hâfızdır ve on bir yaşında büyük bir aşk ile hâfız olmuştur. Kendini şuurlu olarak, ne işle meşgul olursa olsun, farkında olmadan Kur’ân okurken bulur; evinde, sokakta, pazarda, okulda, her yerde… Unutmamak için sık sık ezber verir. Kur’ân onun yoldaşı, arkadaşı, şifâcısı olmuştur. Kur’ân ile o kadar çok hemhaldir ki; kendini, farkında olmadan okuduğu Kur’ân ile iyileştirir. Kur’ân şifâdır, rahmettir, berekettir. Yeter ki kul olalım, şifâ bize koşarak gelir. Yunus balığının karnından da çıkılır, neden çıkılmasın! Yeter ki kendimizle yüzleşip, hatalarımızı, haddimizi bilelim.
“Sen ne dersen o olur, gerçek şifâ veren Sen’sin. Hüküm Sen’in elindedir. Hastalık dönemini bana rahmet dolu, hidâyet dolu, bereket dolu yardımlarınla kolaylaştır. Âmîn.” diyelim. Rabbimiz bizi işitir. Hazret-i Eyyûb’u, Hazret-i Zekeriyya’yı, Hazret-i Yunus’u işittiği gibi…
[1] Bkz. Muînüddîn Çeştî, Sûfî Tıbbı.
YORUMLAR