Ankara’nın soğuk duvarlarından kaçıp sığınacağı bir huzur kapısıydı, bu kapı… Aslında sadece huzur kelimesi, hissettiklerini, orada bulduklarını anlatmaya yetmezdi. Bu kapıda seneler önce oturduğu rahle-i tedrîsin unutulmaz tadı, gaflete daldığında uyandıracak bir ikaz, kalbinin içini milim milim gezen bir gönül doktoru vardı. Biliyordu. Bir şehrin kalbi, evliyaların solukları ile gıdalanırdı. Onlar sevdirirdi bir şehri, sevdirirse... Yoksa ne yapılan koca mîmarîlerin, ne de bağların, bahçelerin bir kıymeti vardı gözünde...
O kapının önündeydi yine. Kahverengi, sade dekorlarıyla, dünya ziynetlerinin geçici olduğunu anlatıyordu sanki. Gözlerini kapattı; huzurda, mübarek Hacı Bayram Velî’nin, kalbini tedavi etmesini seyretti. Dışarıdaki insan telâşları, çocuk sesleri, birbirini uyaranlar, bazen huzurda bulunduklarını unutup dedikodu yapanlar...
“-Tesettürü tam olmamış!” diye kızanlar…
“-Burada boş konuşulmaz!” diye yanındakine ders verirken, önündeki insanı örnek verip sevabını yitirenler...
Şimdi hepsi geride kalmıştı. Hiçbirinin ne sesi geliyordu kulağına, ne de kararmış kalplerin pası uğruyordu sokağına... O şimdi bir gül bahçesinde gül soluyor, kendisini onun ilim halkasında hissederken, o tadı en derinine kadar yaşıyordu.
Sonra birden küçük bir eli sırtında hissetti. Minik el, onu bu güzel düşten uyandırmıştı. Arkasına dönüp küçük çocuğun gözlerine baktı. Kirlenmiş yüzünde ışıl ışıl yeşil gözler ona bakıyordu.
“-Abla!” dedi.
Genç kadın, bu hitabın içinde bir sığınma ihtiyacı, biraz şefkat talebi, biraz da umutsuzluk duymuştu. Bu güzel gözleri daha yakından görmek için, küçük çocuğun boyu hizasına eğildi:
“-Efendim?” dedi, bütün anneliğiyle... Oğlu karşısındaymış gibi baktı onun gözlerine, çocuk bunu istiyordu ondan, o da bu dileğini gerçekleştiriyordu.
“-Açım.” dedi sessizce, gözlerini yere eğerek…
Genç kadın:
“-Ben de açım. Bak, şu köşede çok güzel simitler yapıyorlar. Her zaman taze ve sıcak oluyor. Gel, hem sana, hem kendime alayım.”
Çocuk, o yeşil gözlerini kocaman açıp yüksek sesle:
“-Hayır! Olmaz.” dedi.
Genç kadın şaşırmıştı. Neden böyle bir tepki vermişti ki teklifine? Çocuk başını kaldırıp:
“-Kardeşlerim de aç, onlara da yemek alacağım.”
Kadın elini cebine attı, elini dolduran bozuk paralar kendisine ve kardeşlerine simit almaya yetecek kadar fazlaydı. Çocuktan avucunu açmasını istedi, elindekinin hepsini oraya koydu. Mahzun olmuş yeşil gözler, birden mutlulukla parladı:
“-Sağ ol abla.” dedi.
Çocuk arkasını döndü, elindeki paraları saymaya başladı. Çocuk elindeki paraları sayarken genç kadının aklına bir hadîs-i şerîf geldi:
“Sayma ve sayarak verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir.” (Nesâî, Zekât, 62)
Aceleyle çantasını açıp, içinden cüzdanını çıkardı. Ne kadar olduğunu düşünmeden içinden aldı. Hızlı adımlarla, elindeki parayı sayma işini bitiren çocuğun yanına gitti. Çocuk, kadının bu hızlı gelişine bir mânâ veremeden öylece baktı. Bir taraftan da içinden:
“-Sanırım fazla geldi verdiği para, birazını geri alacak!” diye üzülüyordu.
Kadın elindeki parayı kenarı yırtılmış cebine sıkıştırınca, çehresindeki esefin yerini görülmeye değer kocaman bir gülümseme aldı. Genç kadın, kuşların arasından sevinçle koşan çocuğu huzurla, duâyla uğurladı. Bizi kemmiyet gözetmeksizin nîmetlerle donatan Yüce Allah, kullarından da cömert olmalarını, rızık endişesine kapılmamalarını istiyordu. Bu ulvî duyguları heybesine doldurup huzurdan ayrıldı.
Akşam, çok sevdiği bir şâirin imza günü vardı. Âilesiyle hazırlanıp oraya gittiler. Uzun bir bekleyişten sonra sıra ona gelmişti. Hanım, kitaplarını imzalattıktan sonra, elinde sıkı sıkı tuttuğu kutuyu şâire uzattı. Usulca:
“-Bu sizin için...” dedi.
Kutuyu açan şâir, içinden çıkan tesbihi elinde evirdi, çevirdi... O an kadın tesbihin akik olduğunu, kendisinin yaptığını söylemiş miydi, bilmiyordu. Bütün benliğini kaplayan heyecan, mahdud zamanın daha da kısalmasına sebep oluyordu. Sonra şâir, şâir nezâketine bürünüp, genç kadının yanındaki oğluna seslendi:
“-İsmin ne?”
Elinde bulunan kendi tesbihini, o hanımın oğluna uzatıp:
“-Bu, Sultan Abdülhamid Han’ın torunundan bana hediye bir tesbih... Zaten eskimişti, küçük beyin olsun...” dedi.
Genç kadın, ağzı kulaklarında ayrıldı şâirin yanından... Semânın altında parlayan yıldızlara çevirdi yüzünü. Bu sabah gülümsemesine vesîle olduğu çocuğun gülümsemesinin aynısıyla gülümsedi. Sahip olmayı tasavvur bile edemeyeceği bir şeye, hiç beklemediği anda sahip olma gülümsemesiydi bu.
Kocaman bir iç çekip, şükran dolu sinesine baktı. Orada yaşadıkça mânâ bulan İslâm’ın güzelliği, orada Rabbinin hikmetlerle dolu emirlerinin yansıması vardı. O cömert olana daha cömert, sevene daha sevgili, kalbindeki sevgiyi O’na vereni, sonsuz sevgiyle kuşatıcıydı. Elindeki tesbihi sıkı sıkı sarıp:
“-Sayma ve sayarak verme ki, sultanların ellerinden tesbih nasip olsun... Şükürler olsun Sana Rabbim!..” diye fısıldadı.
YORUMLAR